Elhamdu lillahi Rabbil alemin, vel akibetü lil muttakin. Vessalatu vesselamu ala Rasulina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain.
Bugün Ali İmran suresinin 26. Ayetindeyiz. Bu ayette Allah-u Teala şöyle buyuruyor.
(3/ Ali İmran 26)
“Gulillâhumme mâlikel mulki tué’til mulke men teşâu ve tenziul mulke mimmen teşâé’, ve tuızzu men teşâu ve tuzillu men teşâé’, biyedikel hayr, inneke alâ kulli şey’in gadîr.”
Burada Allah-u Teala şöyle dememizi bize emrediyor.
“Allahümme malikel mülk”
“Ey mülkün sahibi olan Allah”
Şimdi mülk derken bizim aklımıza daha çok gayrimenkul gelir, taşınmaz mallar gelir. Ama taşınan mallar için de mülk deriz. Neden onlara mülk deriz? Çünkü biz onları satabiliriz de, bağışlayabiliriz de, üzerinde her türlü hukuki işlemi yapabiliriz. Ondan dolayı onun adına mülk deniyor. Asıl mülk kelimesinin anlamı hakimiyettir, egemenliktir. Tabi o mallar üzerinde tam bir hakimiyetimiz olduğu için mülk diyoruz. Ama mesela küçük bir bölgeye hakimiyet, büyük bir bölgeye hakimiyet, devlet hakimiyeti hepsi de mülk kapsamına girer. Mesela şeyde,
(1/ Fatiha 4)
“maliki yevmiddin” diye geçiyor biliyorsunuz, yani
“elhamdü lillahi rabbil alemin” diyoruz “Alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur hamd.” Yani, “yaptığı her şeyi güzel yapmak Allah’a mahsustur. O varlıkların Rabbidir. Yani sahibidir.”
Varlıklar dediğiniz zaman bu ahiretteki, dünyadaki bütün varlıklar o işin içerisine girer. Peki
“maliki yevmiddin” ne demek oluyor? İşte
“errahmanirrahim”den sonra,
“maliki yevmiddin” diyoruz.
“Hesap gününün maliki”, dolayısıyla buradaki malik kelimesi yani bizim Türkçemizde kullandığımız anlamda değil, o günün tek yetkilisi demektir. İşte burada da;
(3/ Ali İmran 26)
“malikel mülk” diyoruz,
“ey mülkün sahibi, yani tüm yönetimin sahibi olan Allah-u Teala.”
Mesela biz kendi mülkiyetimizde olan mallar üzerinde tam bir hakimiyete sahip değiliz. Niye tam bir hakimiyete sahip değiliz? Çünkü sizden daha yetkili olan makam bir karar alır ve sizin elinizdeki mülkü sizim rızanıza rağmen, istememenize rağmen alır sizden. Demek ki onun yetkisi daha güçlü. Ya da sizin bulunduğunuz yerden yol geçirir, sizin evinizi de yıkar, binanızı da yıkar ve alır gider.
Şimdi, o zaman asıl hakimiyet, güç yönetimdeki hakimiyettir. Dolayısıyla “malikel mülk” olan Allah-u Teala tüm yetkilerin sahibi olandır. Peki Allah-u Teala tüm yetkilerin sahibiyse ne oluyor?
“tué’til mulke men teşâu”
“Ya Rabbi tercih ettiğin kişiye, kendi tercihine göre mülkü verirsin”
Yani birtakım tercih kuralları koymuşsundur, o kurallara göre birisi gelir, hakimiyetini kurar orada. Tabi bizim hakimiyetimiz geçicidir. Kalıcı olan Allah-u Teala’nın hakimiyetidir.
“ve tenziul mulke mimmen teşâé'”
“yine sen koyduğun tercihe göre, koyduğun ölçülere göre hakimiyeti bazılarından da soyup alırsın.”
“ve tuızzu men teşâu”
“yine kendi tercihine göre kimilerine izzet ve şeref verir onların itibarını yükseltirsin”
“ve tuzillu men teşâé'”
“koyduğun tercihe göre, yaptığın tercihe göre bir kısım kimselerin de itibarını düşürür onu itibarsızlaştırırsın”
“biyedikel hayr”
“Hayrın tamamı senin elindedir”
“inneke alâ kulli şey’in gadîr”
“ama sen her şeye bir ölçü koymuşsundur” O zaman her şeye bir ölçü koymuş ve tercih.
Demek ki Allah-u Teala’nın koyduğu tercihler de bir kısım ölçülere bağlı olarak işliyor. Bu da şu oluyor, siz eğer Cenab-ı Hakk’ın size de hakimiyet vermesini istiyorsanız o ölçülere uyarak hareket edersiniz. O ölçülere uyarsanız Cenab-ı Hakk size de hakimiyet verir.
Şimdi burada bir takım önemli hususlar var. Mesela bu teşa kelimesine tercih etme manası verdik. Şimdiye kadar teşa’ya ne mana vereceğiz diye hep- kaç senedir, -belki on seneyi bulmuştur değil mi onunla ilgili çalışmalar?- ne anlam vereceğiz diye uğraşıp durduk. En son Allah nasip etti Kur’an’ı Kerim’den bu kelimenin anlamını bulduk.
İşte bu Erzurum’da tatildeyken… Büyükşehir Belediyesine teşekkür ediyorum Erzurum’da bize güzel bir evde kalma imkanı verdi. Palandöken’in eteğinde, havası son derece güzel. Orada şöyle iki üç gün çalışma fırsatı oldu. Yani telefon yok, gelen-giden yok. Bizim orada olduğumuzu bilen yok, çok iyi oldu yani. O vesileyle Cenab-ı Hakk lütfetti bu ayeti kerimeyi bulabildik orada. Kasas suresinin 68. Ayeti, 28.sure, 68. Ayet. Oradan baktık ki Allah, yeşa fiilinin anlamını vermiş orada.
Hakikaten çok çalıştığınız zaman… yani ama tabi bunu bulana kadar on sene geçti yani. Hem de kaç tane ekip çalışması yaptık, uluslararası toplantılar yaptık. Ulusal toplantılar yaptık, falan. Ne diyor Cenab-ı Hakk. Estauzubillah,
(29/ Ankebut 69)
“Vellezîne câhedû fînâ lenehdiyennehum subulenâ ”
“Bizim yolumuzda gayret gösterenleri elbette ki yollarımıza yönlendiririz” diyor.
Şimdi burada şöyle diyor Allah-u Teala,
(28/ kasas 68)
“Ve rabbuke yahlugu mâ yeşâu ve yahtâr”
“Rabbin meşiet ettiği ve ihtiyar ettiği şeyi yaratır”
Şimdi meşiet ettiği diye anlam veriyorum, çünkü manasının ne olduğunu biraz sonra ayetten göreceğiz.
“Yahtar”
“Allah-u Teala tercih eder”
Bunun Türkçemizde de kullanılan şeyi vardır, ihtiyar kelimesi. İhtiyar mesela; sen muhtarsın denir, yani tercih edebilirsin, ihtiyarın var denir. Gerçi artık şimdi bu kelimeler eskidi şu andaki gençler bunları kullanmıyor.
“Mâ kâne lehumul hıyerah”
“o insanlarin tercih hakkı olduğu konularda Cenab-ı Hakk tercih eder”
Yani insanlara birtakım tercihler vermiştir, insanlar birtakım tercihte bulunur, Allah da insanların tercihlerinden birisini tercih eder. Önce tercihi insan yapar, sonra Allah-u Teala yapar. Çünkü imtihan ettiği için insanları.
“subhânallâhi ve teâlâ ammâ yuşrikûn”
“Evet Allah-u Teala şirki tercih eden kişi için şirki tercih edip yaratır ama bu Cenab-ı Hakk’ın tercihi değildir”
Koyduğu kural gereğidir, yoksa o insanların koştuğu şirklerden Allah-u Teala uzaktır. Yani Allah insanlara bir tercih hakkı vermiştir. İşte şey diyor ya,
(76/ insan 3)
“İnnâ hedeynâhus sebîl” İnsan suresinde.
“İnsanı yola koyduk”
“immâ şâkiran ve immâ kefûrâ”
“Teşekkür eder ya da nankörlükte bulunur”
Tercih onun. Teşekkür tarafını tercih edebilir, nankörlük tarafını tercih edebilir. Teşekkür tarafını tercih ederse Allah onu yaratır, nankörlük tarafını tercih ederse Allah onu yaratır.
Evet. Şimdi burada ondan dolayı, bu yehtaru fiili yeşau fiilinin atfı tefsiridir. Yani Arapça’da bir atfı tefsir vardır. Yani açıklayıcı, o yeşa‘nın anlamını açıklayıcı bir kelimedir. Şimdi bakın mesela biz o hiç yahtar kelimesini okumadan ayete mana verebiliriz. Onun için atfı tefsirdir, yani o açıklama olmadan da ayete anlam verilebilir demektir.
(28/ kasas 68)
“Ve rabbuke yahlugu mâ yeşâu… mâ kâne lehumul hıyerah”
Mesela insanların, yani şu ana kadar gelenekte verilmiş anlamı verelim. Yeşa yurid manasına kullanılıyor, ki bu gelenek şeyde oluşmuştur, Maturidi’den çok sonra oluşmuştur. O zamana kadar yeşa kelimesine herkes bu anlamı veriyor. Yani yurid manası veren yok. Ya Allah yarattı anlamını veriyorlar ya da tercih etti anlamını veriyorlar.
“Ve rabbuke yahlugu mâ yeşâu… mâ kâne lehumul hıyerah”
“insanların tercih hakkı olan şeyleri Allah irade eder ve yaratır”
derseniz, insanların tercih etmiş olduğu şeyleri irade ettiği zaman ve de yarattığı zaman. Yaratmak demek, yani irade edip yaratmak demek, irade edip kün demektir. Yani şu olsun dedikten sonra, yani şunu murad ettikten sonra ol emrini verir, yaratılır. Zaten şae fiili iradeden sonra ol emrinin verilmesiyle ortaya çıkar. Yani insanların tercih hakkı olan şeylerden Cenab-ı Hakk seçenek yaratır. Dolayısıyla burada mecburen, insanların tercih hakkı olan şeylerden seçerek yaratır deme mecburiyeti olduğu için insanlar…. Yani bu şae fiiliyle ilgili demek ki Cenab-ı Hakk elbette kullarının ne yapacağını biliyor, çünkü bunlar sigorta kelimelerdir. Sigortayı attırdıkları zaman tamirin nereden, nasıl tamir edileceğine dair kullanma kılavuzunda demek ki bir şey var, arayıp bulmak lazım.
“Ve rabbuke yahlugu mâ yeşâu ve yahtâr”
Dolayısıyla bu yahtar kelimesini söylemeden de yeşa kelimesinin anlamının ihtıyar olduğu anlaşılıyor. Ama yahtar kelimesini verdikten sonra da ihtıyar olduğu konusunda en küçük şüphe kalmıyor. İnsanların tercih hakları olan konularda Allah tercih eder, yaratır. Ama Allah-u Teala mecbur değildir. Yani siz birçok şeyler yapmak istersiniz. Hatta Cenab-ı Hakk hani birçok yanlışlar yaparız da, onları affeder ve karşılığını yaratmaz. Ya da insanlar yanlış yola girer, sürekli onları uyarır, uyarır, uyarır hemen yaratmaz, belli bir noktadan sonra yaratır. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk oradan tercih ederek yaratır. Haşa Allah-u Teala emir eri değil yani. Ben istedim Allah yarattı, öyle değil. Tamam senin istediğin şeylerden Cenab-ı Hakk da tercih edip yaratır.
Şimdi burada, çok enteresan bir şey olmuş. Tefsirlere baktım, hatta buradaki meale bakalım. 68’e, Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçim hakkı yoktur. Onlar kim? Biz, değil mi, insanlar. İnsanların seçim hakkı yok mu? Böyle bir meal olur mu? Bak, “mâ kâne lehumul hıyerah” Oradaki ma, ellezi anlamınadır. İsmi mevsuldur. Şimdi ayetleri bulamamızın sebebi bu. Yani biz de o atmosferde yetiştik.
Geçende Vakıfta konuşuyoruz, Yahya diyor ki, buraya secavent koymuşlar, adamın düşünmesinin önüne engel koymuşlar. Yani onu kaldırsalar bak, “ve rabbuke yahluku ma yeşau ve yahtaru”nun üzerinde Tı var. E onu gördünmü, ondan sonrası yeni bir cümle olarak düşünüyorsun. “Ma kane lehumul hiyerah” tek başına cümle oldu mu o zaman ma, nafiye olmuş oluyor. Onların tercih hakları yoktur.
Şimdi arkadaşlar, gerçekten yani ben şimdi bunları yazarken kanım donuyor. Bunları bulmak ne kadar zor biliyor musunuz? Bana ikide bir diyorsunuz ki, meali ne zaman yazacaksınız? Ya kolay mı? Bir kelimenin anlamı için on seneden fazla uğraşırsan, ama deyiyor çok şükür. Deyiyor.
Şimdi, Allah’tan eski tefsirler var. Taberi tefsirinde… Ben baktım bu ellezi manasında olmak durumunda. Ya nasıl olur buna nafiye diyorlar. Eski tefsirlerden Taberi tefsirine baktım ki bu ellezi manası vermiş. Hay Allah razı olsun dedim. Ki bu ta, üçyüz onlarda vefat etmiş olan bir zattır, İmam Taberi. Bugün 1435’mi? 1435’e girdik. Şimdi 1435’ten 310’u çıkarın, yani on iki asırlık değil mi? On iki asır önce vefat etmiş olan bir zatın tefsirinde ancak görebiliyoruz.
Şimdi arkadaşlar şuradaki yanlışa bakın o kadar açık ve net bir yanlış ki. Şimdi bakın mealden okuyacağım. 66. Ayetten okuyayım bakın.
İşte o gün onlara bütün haberler körleşmiştir, dilleri tükenmiş, söyleyecek sözleri kalmamıştır. Onlar birbirlerine de soramayacaklardır. Fakat tevbe eden, iman edip iyi işler yapan kimseye gelince onun kurtuluşa erenler arasında olması umulur.
Tevbe eden, iman edip iyi işler yapan kimse. Tercih hakkı olmayan bir kişi için tevbe eden, iyi işler yapan denebilir mi? Denir mi? Ya bu ne enteresan bir şeydir. Bakın hemen bir önceki ayet, yukarıda verilen mananın yanlışlığını hemen söylüyor. Ondan sonra bir sonraki ayete bakın. Rabbin onların sinelerinde gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilir. Tercih hakkı olmayan bir kişinin gizlediğinin, açığa vurduğunun ne anlamı olur? Boşu boşuna konuşur orada, başka hiçbir işe yaramaz. Niye içlerindekini bilir? Yani içte neyi tercih ediyorlar değil mi? İmanı mı? Küfrü mü? O kalpte olan bir şeydir. E dıştaki davranışlarını da bilir. Yani hangi davranış gerçek, hangi davranış sahte? Adam gelir sizin karşınıza namazını kılar, dört dörtlük Müslüman olarak görürsünüz, ama içi başkadır. Allah-u Teala onu, namaz kılan diye yazar mı? Çünkü o namazı tercih etmemiştir. İşte bak tercihin gereğidir bu, tamam mı? Ne diyor? Bak,
(28/ kasas 69)
“Ve rabbuke yağlemu mâ tukinnu sudûruhum”
“içlerinin neyi sakladığını Rabbin biliyor”
Onun için bunların tercih ettiklerini yaratıyor. Bir öncesinde de, ya Rabbi sen şirki tercih mi ediyorsun? Denir. Hayır diyor bak, hayır demiş oluyor bu soruya cevap olarak.
(28/ kasas 68)
“subhânallâhi ve teâlâ ammâ yuşrikûn”
“Allah-u Teala’nın onların şirk koştukları şeyle bir alakası yoktur. Allah onlardan uzak ve yücedir”
Ama imtihan ettiği için, onun tercihine göre yaratıyor. Yani insanın tercihine göre yaratıyor. Şimdi, “insanın tercihine göre Allah-u Teala yaratır” dediğiniz zaman bütün kelimelerin anlamı tam tutuyor.
Şimdi bak mesela, biz yıllardır bir türlü anlam veremediğimiz ayetler vardır. Yani yanlışı bulduk da, doğrusunu bulamamıştık. Uğraşıyoruz, uğraşıyoruz falan, ama bu yahtaru kelimesi tamı tamına problemi çözüyor.
Şimdi şeye bakalım, bu en zor meal verilenlerden Tekvir suresinin son ayetine. Mesela burada ne diyor? Bu mealden okuyacağım. 22. Ayetten başlıyorum.
Arkadaşınız Muhammed de mecnun değildir. Andolsun ki, onu yani Cebrail’i apaçık ufukta görmüştür. O gaybın bilgilerini sizden esirgemez. O lanetlenmiş şeytanın sözü de değildir. Hal böyleyken nereye gidiyorsunuz? O herkes için, sizden doğru yolda gitmek isteyenler için bir öğüttür. Evet o herkes için, sizden doğru yolda gitmek isteyenler için bir öğüttür. Alemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.
Şimdi bak burada diyor ki Allah-u Teala, nereye gidiyorsunuz? diyor. Nereye gidiyorsunuz?
(81/ Tekvir 26- 27)
“Feeyne tezhebûn. İn huve illâ zikrun lil âlemîn.”
Nereye gidiyorsunuz? diyor Allah-u Teala. “Feeyne tezhebûn.” Nereye gidiyorsunuz?
O herkes için, sizden doğru yola gitmek isteyenler için bir öğüttür. Alemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Şimdi Allah-u Teala önce diyecek ki, nereye gidiyorsunuz? Herkes için bir öğüttür, Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Bu ne demek? Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.
Madem Allah dilemeden biz dileyemiyorsak, Allah-u Teala niye böyle desin? Nereye gidiyorsunuz? Diye. Niye desin? Şimdi bakın, yahtaru manasını verelim, yani sizin tercih ettiğinizi Allah’da tercih edip yaratmadıkça hiçbir tercihinizi gerçekleştiremezsiniz. Yani sen ne kadar tercih edersen et, Allah da onu tercih edip yaratacak ki, o ortaya çıksın. Yani senin fiillerini Allah yaratmazsa, sen bir iş yapamazsın. Ben şimdi burada size konuşuyorum değil mi? Konuşmayı yapabilmek için Cenab-ı Hakk bende o kadar çok şey yaratıyor ki. Nice konuşmak isteyenler var, konuşamıyor. Ya da bir yere gitmek istiyorsunuz, şartları Cenab-ı Hakk yaratacak ki gidesiniz. Yani siz ne kadar tercihte bulunursanız bulunun, Allah onun gereğini yaratmadıktan sonra sizin tercihiniz olmaz.
Ondan dolayı Allah-u Teala, “Siz nereye gidiyorsunuz? İçinizden doğru olmayı tercih edenler için bu bir şeydir, alimler için bir zikirdir, içinizden doğru olmayı tercih edenler için doğru bilgidir” Ama şunu da bilin ki, siz tek başınıza değilsiniz. Yani istediğinizi yapamazsınız. Siz bir şeyi tercih ettiğinizde, Allah da onu tercih ederse olur, yoksa olmaz. Şimdi anlaşıldı mı? Problem var mı? Sizin tercih ettiğinizi Allah da tercih eder yaratırsa, olur. O zaman imtihanla ilgili konularda esas tercih kimin? Bizim. Yalnız şu var. İmtihan soruları konusunda tercih kimin olur? Allah’ın olur. İşte az önce okuduğumuz ayette, yani Ali İmran suresi 26. Ayette,
(3/ Ali İmran 26)
“Gulillâhumme mâlikel mulki tué’til mulke men teşâ”
“Ya Rabbi sen tercih ettiğine mülkü verirsin” Verdiği zaman ne yapar? İmtihan eder.
Fecr suresinde diyor Allah-u Teala.
( 89/ Fecr 15 -16)
“Feemmel insânu izâ mebtelâhu rabbuhû feekramehû ve nağ’ameh”
“Allah insanı ağır bir imtihandan geçirir de ikramda bulunur ve nimet verirse”
Mülk de nimet değil mi?
“feyegûlu rabbî ekramen”
“Rabbim benim yüzüme baktı”
“Ve emmâ izâ mebtelâhu”
“Tekrar imtihan eder”
“fegadera aleyhi rizgahû”
“rızkını belli, ölçülü hale getirir”
Hani sabit ve dar gelirli diyoruz ya. O hale getirirse artık eskisi gibi bol bol kazanamıyor.
“feyegûlu rabbî ehânen”
“Allah artık yüzümüze bakmıyor der”
Allah bizi gözden çıkardı der. Değil bu, bunların hepsi de imtihan içindir.
O zaman imtihan sorularıyla ilgili teşa‘da Allah-u Teala’nın tek taraflı tercihi söz konusudur.Bu dünyayı da imtihan için yarattığı için, bu teşa fiilleri imtihan sorularıyla alakalı olursa, Cenab-ı Hakk’ın tek taraflı tercihleridir. Ama imtihan sonuçlarıyla alakalı olursa, insanın tercihine göre Allah’ın tercihidir.
Dolayısıyla, mesela yine en zor meal verilen ayetlerden, En’am suresi 148. Ayeti açalım. Şöyle,
“Seyegûlullezîne eşrakû lev şâallâhu mâ eşraknâ ve lâ âbâunâ ve lâ harramnâ min şeyé'”
Mesela burada verilen meal, – ama bu meal, bu meale has bir şey değil,- yani Diyanet Vakfının meali böyle de, sanki başka meal farklı mı? Hepside aynı. Ya da falanca tefsir farklı mı?
Maturidi’ye kadar gittiğiniz zaman ancak, doğru mealleri bulabiliyorsunuz. Ama oradan bu tarafa geldiğiniz zaman doğru meali bulmak mümkün değil. Ki Maturidi’nin ölümü de 333’tür. Yani bundan bin yüz iki sene önce vefat etmiştir. O zamandan bu zamana Müslümanlar kader kıskacına alındıkları için, ilgili ayetlerin her birisinin hesabı görülmüş. Şey yapmışlar bir daha problem çıkmasın diye… zaten insanlar problem çıkarmasınlar diye, millete demişler ki, siz ayetlerden anlamazsınız siz iyi bir hafız olun, Kur’an okuma yarışmalarını düzenleyelim, birinciye ödül de verelim. İmam-ı Azam bir gecede sabaha kadar bir hatim indirirdi. Nasıl olsa hiçbir işinize yaramaz. Kimsenin hatalarını da bunda bulamazsınız. Gidip kimseyi de sorgulayamazsınız. Ezbere okuyun. Onun için medreseden Kur’an’ı Kerim kaldırılmıştır. Halka hiçbir zaman indirilememiştir.
Şu anda problemi esas siz çıkarıyorsunuz. Meal okumaya başladınız. Meallerin hataları ortaya çıktı. Kur’an’ı Kerim’in meal ve tefsirlerine ne kadar büyük haksızlıklar yapıldığı ortaya çıktı. Dolayısıyla şimdi artık hocalık ciddi manada zorlaştı. Nerde o günler… eski günler. Hocanın karşısına geleceksiniz, önce elinizi bağlayacaksınız, efendi hazretleri bir sualim var. Söyle bakayım! İşte, iki kere iki kaç eder? Sekiz! Olur mu efendim? Sus! Kafir! Yürü! Sen kim oluyorsun da bana olur mu diye soruyorsun! Zındık! Evet. Artık o devirler geçti, çok şükürler olsun. İnsanlar sorgulamaya başladı. Ne kadar sorguluyor? Yüzde iki-üç. Ama eskiden o da yoktu.
Şimdi okuyorum buradan, diyor ki, mealden okuyorum, putperestler diyecekler ki, Allah dileseydi, ne biz ortak koşardık ne de atalarımız.
Şimdi bu tercih etseydi sözünün bir de yüklemi vardır. Arapça’da bu yüklem anlaşıldığı için söylenmez. Dolayısıyla
Allah dileseydi ne biz ortak koşardık, ne de atalarımız diyorlar.
kesin delil ancak Allah’ınkidir. Allah dileseydi hepinizi doğru yola elbette iletirdi.
O zaman müşrikler haklı çıkıyor. Halbuki ayetin devamında Cenab-ı Hakk onlara diyor ki,
onlardan öncekiler de aynı şekilde yalana sarıldılar, yalanladılar diyor burada, sonunda azabımızı tattılar. De ki, yanınızda bize açıklayacağınız bir bilgi var mı? Siz zandan başka bir şeye uymuyorsunuz. Siz sadece yalan söylüyorsunuz.
E tamam ya Rabbi bilgi istiyorsan senin ayetin. Sen diyorsun ki, ben dileseydim hepiniz yola gelirdiniz. Biz ne dedik? Diyecekler değil mi bu meale göre. Ama, Kasas 68’e göre meal verirsek şöyle olur.
(6/ En’am 148)
“Seyegûlullezîne eşrakû lev şâallâhu mâ eşraknâ ve lâ âbâunâ ve lâ harramnâ min şeyé'” Yani,
“müşrikler diyecekler ki Allah bizim mümin olmamızı tercih etseydi, ne biz şirke düşerdik, ne de atalarımız, hiç bir şeyi de haram kılmazdık” Ondan sonraki ayet ne? Diyor ki orada
“de ki hüccet-i baliğ Allah’ındır, tercihi Allah yapsaydı elbette ki hepinizi yola getirirdi.”
Tercihi Allah yapsaydı elbette hepinizi yola getirirdi. Şimdi öbür ayette tercihi kime bırakıyor? Kullara bırakıyor değil mi? Kulların tercihine göre yaratıyor. Tercihi Allah yapsaydı, ben size tercih hakkı vermeseydim, niye biriniz mümin biriniz kafir olasınız ki? Elbette hepinizi yola getirirdi.
Zaten bu anlamı İmam Maturidi de vermiş. İmam Maturidi’nin zamanında bu şae fiiline meşiet diye bir mastar icat ediliyor o zamanlar. O zaman bazı kelamcılar irade manası vermeye başlamışlar ama Maturidi o manayı vermemiş. Fakat daha sonra şae fiili irade anlamına tamamen getirilmiş, faili de genellikle Cenab-ı Hakk yapılmış, Allah dilediğini saptırır, dilediğini yola getirir demişler, oradan bir kader inancını hortlatmışlar. Niye hortlatmışlar? Çünkü başarısızlıklarının faturasını halka kesecekler. Siz ne konuşuyorsunuz? Allah böyle istemiş biz ne yapalım? Vermedi mabut, neylesin Mahmut.
Dolayısıyla faturayı Cenab-ı Hakk ‘a kesmişler. Ondan sonra da bunu bir türlü izah edememişler. Rasullullah’a hadisler söylettirmişler. Efendim kader konusu ile ilgili soru sormak yasaktır, günahtır falan filan. E peki nasıl oluyor, anlayamadığım bir konuda nasıl imanın şartı oluyor? Sonra da şunu söylemişler, Kur’an mahluk mudur, değil midir? Ne anlamı var mahluk olup olmamasının? Siz Kur’an’a mahluk derseniz, Kur’an’ı Kerim’deki mesela o Bedir Savaşı ile ilgili ayetler var ya, oradaki hükümler ezelden değil o gün Müslümanların yanlışları üzerine inmiş olur. Yani yeni hükümler gelir. Bu da kader inancını bozar. Racona ters diyorlar ya. Kader inancını bozar. Ama mahluk değil derseniz yani ezelden Cenab-ı Hakk’la beraber Kur’an da var. O zaman Kur’an’ı Kerim’in içerisinde, o korktuk kelimesidir, bilmem efendim imandır, küfürdür, bunlar hepsi eskiden olmuş bitmiş. Dolayısıyla yeni bir şey olmaz. Yani Kur’an’ı Kerim yeni bir şeyi insanlara bildirmez. Yeni gelişmelere göre yeni hükümler ortaya koymaz demiş olurlar. Ve mahluk değildir diyenleri de öldürmüşler. Son derece hürriyetçi bir yaklaşımla.
Biliyorsunuz ondan sonra bir zındıklık kavramı çıkarmışlar. Divan-ı Zenadika diye zındıklar mahkemesini kurmuşlar. Yani kim ki doğru söylüyor, yani hakim ideolojiye aykırı konuşuyorsa, onu öldürmüşler. Hakim ideolojinin adına da ehli sünnet demişler. Kelime son derece güzel, sünnetten yana. Hangi sünnet? Aslında sünnet kelimesinin anlamı kanundur. Kanun devleti haline getiriyorlar yani, hukuk devleti değil de kanun devleti haline getiriyorlar. Ehli sünnet de kanundan yana olanlar olmuş oluyor. Karşı çıkanlar da zındık diyerek öldürüyorlar. Ondan sonra da bu ilim haline geliyor. Bugün işte okullarda, üniversitelerde hala o ilim olarak okutuluyor. Artık sizlere çok büyük işler düşüyor. Bu konularda son derece gayretli olmamız lazım. Yani çok çalışmamız gerekiyor gerçekten. Evet. Demek ki,
(28/ kasas 68)
“ve rabbuke yahluku ma yeşau ve yahtar” Yani
“Rabbin seçip tercih ettiğini”
“ma kane lehumül hiyerah”
“onların muhayyer olduğu konulardan seçip tercih ettiğini yaratır” Şimdi yeşa’, yani bu
“yahluku ma yeşau ve yahtar” onun
“mimma kane lehumul hiyerah” manasınadır buradaki şey.
“Onların tercih hakları olan konulardan Rabbin seçer ve yaratır.”
Ve bu hakikaten, bu tercih kelimesini koyduğumuz zaman şae fiilinin hemen her yerde aynı anlamda, aynı şekilde anlamlandırılması mümkün oluyor. İnşallah bu defa insanlar, yani bu meal yapanlar inşallah bu defa meallerini değiştirirler de, milletin zihinleri dumura uğramaktan kurtulur. Gerçekten İslam aklı tamamen dumura uğratılmış, Müslümanlar öyle bir hale getirilmiş ki, düşünemez olmuşlardır. En düşünemeyenler de alim olarak takdim edilmiş karşılarına. Çünkü ilim bir şartlandırma yöntemi olarak kullanılmış. Yıllarca medreselerde insanlar şartlandırılıyor belli noktalarda. Zaten onların da Kur’an’ı Kerim’e ulaşma şansları yok.
Yani medreselerde tefsirler okutulur, o tefsirler de zaten işte buradaki tefsirlerdir. Mesela
“ma kane lehumul hiyerah” tefsirlere bakıyoruz, onların tercih hakları yok.
Bir ayet tercih hakları yok diyor, bir ayet var diyor. Ne biçim bir şey ya. E Kur’an’ı Kerim’dey de çelişki olmaz. Bu defa da bir kısmı münafık oluyor, ya böyle bir şey mi olur diyor. Kimseye söyleyemiyor, niye söyleyemiyor? Çünkü kellenin gitmesinden korkuyor. Yani bir tartışıp da doğruyu bulma imkanı ellerinden alınmış oluyor. Halbuki bir insan içine yatmayan bir hususu tartışabilse, sorsa, sonuna kadar takip etse, ondan sonra bunun çaresini buldu mu, hah, rahat eder, elhamdulillah der. Öyle yapmadığınız zaman Kur’an da dışlıyor, din de dışlıyor, fakat ben kafir oldum da diyemiyor. Niye? Kafir oldum derse bir kere ilk önce karısı ya da kadınsa kocası boş olacak, bir. Onu da hiç şeyde olmayacak şekilde… yani hiç kitapta sünnette yok ama fıkha koymuşlar onu. Ondan sonra kafir oldum derse adamı öldürecekler, o da kitapta yok ama Rasulullah’a mal ederek onu da fıkha koymuşlar. Evet.
Şimdi tekrar konumuza gelelim. Ali İmran suresi 26. Ayet. Evet burada… bu arada şunu da söyleyeyim de bu şae fiilinin Kur’an’ı Kerim’de iki tane faili var. Ya Allah, ya insan. Çünkü imtihan eden Allah-u Teala, imtihan olan da insandır. Ve fiil tamamen imtihanla ilgili konularda. İmtihan sorusuyla alakalıdır ki o zaman fail sadece Allah-u Teala’dır. Ya da imtihanın sonucuyla alakalı ki o zaman iki tane şae geçer. Birisinin faili Allah, birisinin faili de insandır. Ama bu gelenek ikisininkini de Allah yapmıştır. Mesela şeyde olduğu gibi, hepiniz biliyorsunuz ama gene şey yapalım, İbrahim suresinin 4. Ayetinde olduğu gibi. Mesela
Allah emirlerini onlara iyice açıklasın diye her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik. Allah’ın emirlerini onlara iyice açıklasın diye her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik. Artık Allah dilediğini saptırır dilediğini yola getirir.
Yani saptırmanın faili de Allah, dilemenin faili de Allah. Saptıran Allah, kimin sapacağını tesbit eden de Allah, dileyen de Allah. E kul ne yapacak? Şimdi Allah-u Teala nebi gönderecek, o kavmin diliyle gönderecek, ondan sonra da dilediğini saptıracak, dilediğini yola getirecek. E tamam madem dilediğini saptırıp, dilediğini yola getirecektin, niye nebi gönderdin? O kavmin diliyle olsa ne olur, olmasa ne olur? E peki bu kadar anlamsız şey nasıl Allah’ın sözü olur? İşte insanlar bunları okudukları zaman Kur’an’ın Allah’ın kelamı olmasından şüphelenmeye başlıyorlar.
Ve bugün Müslümanların çok büyük bir bölümü, ben şahsen Kur’an’ın Allah’ın kitabı olduğuna inandıklarına inanmıyorum. Çok açık ve net söylüyorum. Kur’an’ın Allah’ın kitabı olduğuna inandıklarına inanmıyorum. Peki niye böyle söylüyorsun? Çünkü Allah şöyle diyor dediğin zaman, ama falan da böyle diyor diyorlar. Hele şu bizim kitaplarımıza bir bakalım diyorlar. Ya ne oluyor yani, Cenab-ı Hakk’ı birisinin tasdik etmesi mi lazım? Yani Allah’ın ayetleriyle… bugün mesela Kur’an’a göre hüküm verilemez. Zaten o asırlardır öyle. İçtihad kapısı niye kapatıldı? Çünkü içtihad kapısı açılırsa ilim adamları çalışırsa sistemleri bozulur da ondan dolayı. O kurdukları yanlış sistem bozulur. Şimdi burada nedir?
(14/ ibrahim 4)
“Ve mâ erselnâ mir rasûlin illâ bilisâni gavmihî”
“Her elçiyi kendi kavminin diliyle gönderdik”
“liyubeyyine lehum”
“onlara her şeyi açık açık anlatsın diye”
“feyudıllullâhu men yeşâu”
“Allah-u Teala dalaleti tercih edeni, dalaleti, sapıklığı tercih edenin sapıklığını onaylar”
“ve yehdî men yeşâé'”
“Hidayeti tercih edenin de hidayetini onaylar”
Ya da onun içinde dalaleti yaratır, öbürü içinde de hidayeti yaratır. O kadar. Bakın, problem var mı? Gayet güzel. Evet, şimdi tekrar şey yapıyoruz.
(3/ Ali İmran 26)
“Gulillâhumme mâlikel mulki” Ali İmran 26. Ayete geldik tekrar. 52. Sayfa.
“De ki mülkün sahibi Allah’ım”
“tué’til mulke men teşâu”
“Sen tercih ettiğine mülkü verirsin” Peki tercih nasıl acaba, keyfi bir tercih mi? Biraz sonra göreceğiz.
“ve tenziul mulke mimmen teşâé'”
“yine tercih ettiğinden mülkü söker alırsın”
“ve tuızzu men teşâu”
“tercih ettiğine izzet ve şeref verirsin, güç ve kuvvet verirsin”
“ve tuzillu men teşâé'”
“Yine tercih ettiğini zelil ve hakir bırakırsın”
“biyedikel hayr”
“bütün hayır senin elindedir” Yani senin onayın olmadan hiçbir şey olmaz.
(76/ İnsan 30)
“Ve mâ teşâûne illâ en yeşâallâh”
“Maşaallahu kâne ve mâ lem yeşa‘ lem yekun”
“Allah yaratmadan hiçbir şey olmaz.”
Her şeyin başında, onay mevkii, yaratma durumunda olan Allah-u Teala’dır. Ondan sonra ne diyor burada?
(3/ Ali İmran 26)
“inneke alâ kulli şey’in gadîr”
“Sen her şeye ölçü koyansın”
Peki buna ne mana vermişler bir bakalım? Senin her şeye gücün yeter. Ne oldu ayetin anlamı? Keyfi tercihe dönüştü değil mi? Şimdi her şeye bir ölçü koyarsın dendiği zaman, bu tercihin tamamı bir ölçüyle olur demektir. O zaman uğraşın o ölçüye göre davranın, siz de o noktalara gelin. Ama senin her şeye gücün yeter dedinmi olmuyor. Ama, efendim bu güç yetme manasına gelmez mi? Gelmez değil, en güçlü olan ölçüyü koyandır.
Şimdi, Fatih’te kaymakamın bir gücü var mı? Var değil mi? Güçlüdür. Peki İstanbul Valisinin? Onun da var. Peki başbakanın? Peki Büyük Millet Meclisinin? Hangisinin gücü daha fazla? Büyük Millet Meclisinin. Çünkü o ölçüleri koyuyor. Kanunu o çıkarıyor. Öbürleri ne yapıyorlar? Çıkarılmış kanunu uyguluyorlar. O zaman en güçlü, ölçüyü koyandır. “inneke alâ kulli şey’in gadîr” dediğiniz zaman ya Rabbi sen her şeyin ölçüsünü sen koyarsın dediğiniz zaman zaten çok güçlü olduğu da ortaya çıkıyor kendiliğinden. Ama kelimenin anlamı o değil. Allah-u Teala’nın ölçüsüz hiçbir işi yok. Öyleyse o zaman, efendim ben gece gündüz dua ettim de Allah vermedi. Kardeşim Allah duayla vermez.
Bana gelirlerdi müftülükteyken, şimdi daha o şekilde gelenlere pek rastlamıyorum, gene oluyor ama fazla değil. Hocam. Ne var? Oğlum içkiye düştü, kötü yola düştü, bir dua et de geçsin. Şimdi dedim, ya, duayla geçecek olsa, yarın ahirette Cenab-ı Hakk’a derler ki, ya Rabbi buna dua edecek adam buldurdun, bize niye buldurmadın? Öyle şey olur mu? Şimdi, Allah her şeye bir ölçü koymuş.
Onun için duanın da bir ölçüsü var. Bakara suresinin 201 ve 202 ayetlerinde ne diyor Allah-u Teala? 30. Sayfa. Hatta 200’den başlıyor.
(2/ Bakara 200)
“feminen nâsi mey yegûlu rabbenâ âtinâ fid dunyâ”
“insanların kimisi ” Bu hacla alakalı şey yapıyor, mesela Arafat’ta dua ederler, yukarıdan beri hacla ilgili ayetler. Ki bu her zaman, her yer için geçerli ama daha çok biliyorsunuz dua edilir, buradan dualar ısmarlanır. Tamam yani birisi için dua etme gayet normaldır. Bu şey değil. Rasulullah SAV’in Ömer Ra’a böyle bir şey söylediği, işte bizi de duanda an dediğine dair rivayetler var. Diyor ki burada
“feminen nâsi men yegûlu rabbenâ âtinâ fid dunyâ ve mâlehû fil âhırati min halâg.”
“insanlardan kimisi ya Rabbi hep bu dünyada ver”
Yani orada şey yapar, ya Rabbi araba ver, ya Rabbi işlerimi düzelt, hep dünyalık ister. E tamam.
“ve mâlehû fil âhırati min halâg.”
“Bunların ahirette alacakları bir şey yok”
Ahiretten bir şey istemiyor ya, ahiret defteri kapandı bunların. Peki?
(2/ Bakara 201)
“Ve minhum men yegûlu rabbenâ âtinâ fid dunyâ haseneten ve fil âhırati haseneten ve gınâ azâben nâr.”
“Onlardan kim derse ya Rabbi bize bu dünyada güzellik ver, ahrette de güzellik ver, bizi cehennem azabından koru derler” Peki? Ne olacak, netice ne?
(2/ Bakara 202)
“Ulâike lehum nasîbun mimmâ kesebû”
” Sadece bu duayla olmaz, çalışmalarından bir pay vardır” Hem dua ederler, hem çalışırlar.
Peki o zaman çalışacaksam duanın anlamı ne? Allah-u Teala senin önünü açar kolaylaştırır, destek verir. Ama çalışacaksın. Çalışmasan hiçbirşey yok. Çalışmayanın duası da kabul edilmez. Çalışacaksın. İşte şimdi bakın Allah ölçü koydu gördünüz mü? Keyfi değil değil mi? Keyfi değil. Çalışacaksın. O ölçüye göre çalışacaksın, Allah-u Teala da verecek sana. Çalışmayana bir şey yok.
“vallâhu serîul hısâb”
Yani şimdi senin evin önünde çok güzel bir tarlan var, şahane bir toprağı var. İçinden de su geçiyor. Tarlayı sürmedin. Tohumunu ekmedin. Tarladan ürün alman mümkün mü? Belki bir ot olur, başka bir şey olmaz. Peki tarlayı ektin, gereken her şeyi yaptın, ne lazımsa yaptın, dua da edeceksin. Çünkü Allah-u Teala bakarsın ki yarın oraya bir dolu yağdırır, her şey gider, efendim bir samyeli dedikleri rüzgar gelir, yakar götürür. Ürünü alırsın bir sel gelir alır götürür. O zaman duanı da yapacaksın.
Yani Cenab-ı Hakk’ın yaratmadığı hiçbir şeyi sen yapamadığına göre sen gerekeni yap, çünkü senin yaptıklarından Cenab-ı Hakk tercih edip yaratıyor. O zaman yapmazsan tercih edip yaratmıyor. Hem yapacaksın, hem de Cenab-ı Hakk’a dua edeceksin ki, Allah-u Teala onu yaratmış olsun. İşte çalışmadan hiçbirşey yok. Dolayısıyla efendim bu duayı şu kadar okursan şu olur. Olur mu? Olmaz! Olmaz! Efendim, işte bin kere şunu okuyacaksın, dört bin dört yüz kırk dört kere Salatı Tefriciye okudunmu şu olur. Ya, bundan ne Rasulullah’ın haberi var ne de başka kimsenin. Cenab-ı Hakk’ın da haberi yok haşa böyle bir şeyden. Ya bu ne biçim bir şey. Yani din adına insanlar, yani insanların en çok sömürüldüğü alan din alanıdır. Çok dikkat etmek lazım, aklımızı sonuna kadar kullanmamız lazım. Evet.
(3/ Ali İmran 26)
“Biyedikel hayr inneke alâ kulli şey’in gadîr”
“Ya Rabbi sen her şeye ölçü koyarsın”
Demek ki ala külli şey’in gadir, her şeye gücün yeter değilmiş, ölçü koyarsın demek. Zaten gadr ölçüdür, bizim Türkçemizde de var, kadar deriz değil mi? Miktar deriz, oradan, Arapça’dan gelmedir.
(3/ Ali İmran 27)
“Tûlicul leyle fin nehâri ve tûlicun nehâra fil leyl”
“Geceyi gündüzün içerisine sokarsın, gündüzü gecenin içerisine sokarsın”
Mesela bugünler geceler uzuyor, gündüz gecenin içerisine giriyor. Bazen de günler uzuyor, o zaman da gece gündüzün içerisine giriyor. Gece ile gündüz yirmi dört saat vardır. Yani şu anda gündüz var, ama gece önde, gündüz arkada. Çünkü insanlar, inşallah fizikçiler falan filan bunu öğrenirler. Gece-gündüz ayrı birer mahluktur. Ayrı birer mahluktur, Allah onları yaratmıştır, yani ayrı birer varlık olarak. İşte ışık, güneş ışıkları gündüze vurduğu zaman aydınlığa dönüşüyor. Mesela uzayda kapkaranlıktır, uzaya çıkanların, bir de istasyonlardan yapılan yayınlara bakın, dünyaya taraf olan kısım aydınlık, arka tarafı zifiri karanlık. Dolayısıyla o gündüz denen varlık ayrıca olmasa dünyanın aydınlanması da mümkün değil. Yani yirmi dört saat gündüz var, ama gece olduğu zaman gece öne geçer, gündüz olduğu zaman gündüz öne geçer. Gecenin özel bir alameti olmadığı için yazın kutup bölgesinde geceler aydınlık olur. Evet. Şimdi
“ve tuhricul hayye minel meyyiti”
“Ya Rabbi sen ölüden diriyi çıkarırsın”
Mesela ölü topraktan, bakarsın toprağı yeşertmiş, yemyeşil hale getirmiş.
“ve tuhricul meyyite minel hayy”
“Diriden de ölüyü çıkarırsın”
Bakarsın işte koskoca adam ölmüş gitmiş, ya da ağaçlar ölmüş, tabiat ölmüş.
“ve terzugu men teşâu”
“tercih ettiğin kişiye rızık verirsin”
“biğayri hısâb”
“hesapsız”
Yani çalışmasıyla orantısız rızık verirsin. Bazen çalışırsınız, çalışırsınız hiçbir şey elinize geçmez, bazen de bakarsınız ki geliyor. Her tarafa. Bunların ikisi de imtihandır. Dolayısıyla ölçüye uymamız lazım, gerekeni yapmamız lazım ve Cenab-ı Hakk’tan da başarı istememiz lazım. Evet. Böylece bugünkü dersimizin birinci bölümünü tamamlamış oluyoruz. İnşallah daha sonra ikinci bölüm……