El hamdû lillâhi rabbil âlemin, ve’s salâtu ve’s selâmu alâ Rasûlina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain.
Geçen hafta, Kuzey Kutup Bölgesinde yapmış olduğumuz rasatları anlaşmıştık. Ondan önce ki hafta evliyanın yardımıyla ilgili bir takım iddialar vardı. Ve o iddiaların bir kısmını, ki o “Süleyman Aleyhisselam’ın zamanında, kendisine Kitap’tan ilim verilmiş olan kişinin, Yemen’den Kudüs’e Belkıs’ın tahtını getirmesi” olayı vardı. O olayı bir keramet gibi değerlendiriyorlar. İşte olağanüstü bir durum ve Süleyman Aleyhisselam gibi bir Peygamber’in, Allah’tan başkasından yardım istediği, bunu da onun delili olduğu ifade ediyorlar.
Şimdi öyle enteresan hususlar var ki burada, Kur’an’ı Kerim’in ayetlerinden birini, diğerine vurdurarak adete etkisiz hale getirip, arkasından kendi yanlış inançlarını Kur’an’ı Kerim’e söyletme gayreti var. Bu öteden beri vardır. Hristiyanlarda da vardır, bütün din mensuplarında da var. Çünkü, dine siz uymak istemediğiniz zaman, dini kendinize uydurursunuz. Ve şeytanın gittiği yol, biliyorsunuz bu konuda son derece önemli. Çünkü, ilk Allah’a isyan eden, ilk kafir olandır. Onun isyanının ve kafir olmasının asıl sebebini de Cenabı Hakk, Bakara Suresi’nde özet olarak bize bildiriyor. Diyor ki Allah’u Teala burada;
Bakara Suresi 2:34. Ayet; “Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblis, ebâ vestekbera ve kâne minel kâfirin”
“Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme – Meleklere Adem’e secde edin diye emir verdiğimizde,
“fe secedû – hemen secdeye kapandılar,”
“illâ iblis – ama iblis öyle yapmadı.”
“ebâ vestekbera – direndi ve kendini büyük gördü”
“ve kâne minel kâfirin – ve kafirlerden oldu.”
“Kâne”, “sarâ” manasına, “o zamana kadar kafir değildi, o zaman kafir oldu, dönüştü” anlamına geliyor.
Şimdi, kafir olmasının sebebi, bu “vestekbera”yı hal yaparsak ki, diğer Ayeti Kerime’lerden o anlaşılıyor. Yani, “kendisini büyük görerek, büyüklük taslayarak direndi.”
Şimdi burada, şeytanın kafir olmasının asıl sebebi, kendisini büyük görmesidir. Ve o büyüklüğü de devam ettirmek için göstermiş olduğu inattır, o da “ebâ” kelimesiyle ifade ediliyor. Hani, Adem Aleyhisselam da günah işlemiş ama direnmemiş ve kendi hatasını kabul etmiş. Fakat İblis, büyük olduğunu ifade ediyor ve büyüklüğünü illa ispatlayacak, ondan dolayı direniyor. Ama direnç sırasında da bizim için önemli olan şu; A’râf Suresi’nin ilk sayfalarını açalım. Kafir olurken ortaya koyduğu gerekçe, son derece önemli. Hani secde etmeyince A’râf Suresi’nin 12. Ayette, Allah’u Teala, ondan sonra soruyor;
A’râf Suresi 7:12. Ayet; “Kâle mâ meneake ellâ tescude iz emartuk, kâle ene hayrum minh, halakteni min nâriv ve halaktehû min tıyn”
“Kâle mâ meneake ellâ tescude iz emartuk – “Sana emrettiğim sırada, secde etmene engel ne oldu?” diye sorduğu zaman;”
“kâle ene hayrum minh – ben, ondan hayırlıyım dedi.”
“halakteni min nâriv ve halaktehû min tıyn – beni ateşten, onu çamurdan yarattın dedi.”
Şimdi burada, Allah’a, Allah ile delil getiriyor. Burada asıl dikkatinizi çekmek istediğim kısım orasıdır. Yani şimdi, Cenabı Hakk’a diyor ki;
“halakteni min nâriv – beni ateşten yarattın.”
Bunda şüphe yok. Zaten Allah’u Teala, Kur’an’ı Kerim’de,
5.30dk. ? “vel cennâ halaknâhu min nârı .. – can’ı da” Aslında “Can” derken, buna “Ruhani varlık” diye tercüme etsek, çok uygun olacak. Çünkü biz, “Cin” dediğimiz zaman, Kur’an’ı Kerim’deki cin değil. Yani Kur’an’ı Kerim’deki “cin” ile kasdedilenin dışında bir varlığı anlıyoruz. İnşaallah onunla ilgili, özel bir ders yaparız çalışmalar bittiği zaman. Yani orada çok net bir şekilde göreceğiz ki, melekler de cin’dir, gözükmeyen yani ruhani varlıklardandır. “Cin – gözükmeyen varlık” demektir.
Şimdi burada diyor ki; “Beni ateşten yarattın”. Tamam doğru! Doğru, Allah onu ateşten yaratmış, zaten Ayeti Kerime’de var. “Onu da çamurdan yarattın”. O da doğru. Yanlış değil! Şimdi ne yapıyor? Allah’u Teala’nın iki Ayetini birbiriyle çatıştırıyor. Yani, “Sen yanlış yapıyorsun”. Hatta bir Ayette ne diyor?
06.38dk. ? “Eraeyteke hazallezi kerramta aleyyâ..”
“Eraeyte – Sen gördün mü?” Kimi?
“ke – seni” yani, “sen kendine baktın mı?” diyor. Sen beni suçluyorsun, suçlu ben değilim diyor. Türkçede öyle derler; “Sen, kendine baktın mı?”
“hazellezi kerramta aleyyâ – bunu mu bana tercih ettin?” diyor.
Suçlu ben değilim, sensin. “Suçlu sensin” derken de, Cenabı Hakk’ın iki ayetini birbiriyle çatıştırıyor. Niye ayet diyoruz? Çünkü, Allah’u Teala’nın yarattığı herşey ayettir değil mi? Yani, “Beni ateşten yarattın” dediyse, o bir ayeti olmuş oluyor. “Onu çamurdan yarattın” dedi ise, o da bir ayeti olmuş oluyor. Bu ikisi arasında çelişki olduğunu ifade ederek, iki ayeti birbiriyle çatıştırarak, kendisini aradan sıyırmaya çalışıyor. Ve orada da kendini büyükleniyor.
Şimdi bu aynı mantığı, bugün anlatacağımız şeyde göreceğiz. Bugün tarikatlar var, yanlış din anlayışları var. Onlar, ayetleri birbiriyle adeta çatıştırarak, kendileri aradan sıyrılmaya çalışıyorlar. Siz;
“İyyâke na’budu ve iyyâke nesteıyn – Rabbim, kulluğu yanlız sana yapar, yardımı yalnız senden dileriz” (Fâtiha Suresi 1:4)
diyorsunuz. Tamam bu Allah’u Teala’nın emri. Öyleyse işte bak, Süleyman Aleyhisselam orada bulunan, kendisine kitaptan ilim verilmiş olan o veli kişiden yardım istedi. Veli kişi, Süleyman Aleyhisselam Peygamber ama o, ondan daha yukarda olmuş oluyor.
“iyyâke nesteıyn” işte bu!
Ne yapılmış oluyor? Allah’ın iki ayeti birbiriyle çatıştırılıyor ve aradan bir başka anlam çıkarılmaya çalışılıyor. Şimdi bunların ne alakası var? Zaten geçen hafta şey yaptık;
“Kâlellezi ındehû ılmum minel kitâb” (Neml Suresi 27:40)
Mesela yine bugün insanlar derler ki; Onu keramet olarak nitelendiriyorlar. Çünkü, uzaktan Belkıs’ın Tahtı getirmiş, “Keramette iddia olmaz” derler. Halbuki bu iddiada bulunuyor. Diyor ki,
“Sen gözünü açıp kapayıncaya kadar getiririm” diyor. Böyle bir “Keramet” tanımı yok zaten. Fakat onlar, işin o tarafında değiller. Mesela şimdi, şeytanın da ifadesi ile karşılaştırırsanız;
“Beni sen ateşten yarattın”. Tamam Allah ateşten yarattı, güzel! Yani, ateşten yaratan, sana bu emri veremez mi? Cenabı Hakk’a karşı büyüklenmen mi gerekiyor? Onu da çamurdan yarattı. Güzel, “ona secde et” diyor. Bunca melek ses çıkartmıyor da, sana ne oluyor?
Burada da öyle, tamam güzel. Allah, orada o Ayeti Kerime’yi indirmiş ve daha başka ayetler var. Mesela diyor ki;
Isrâ Suresi 17:56. Ayet; “Kulid’ullezine zeamtum min dûnihi fe lâ yemlikûne keşfed durri ankum ve lâ tahvilâ”
“Allah ile kendi aranızda olduğunu zannettiklerinizi çağırın yardıma, ne bir zararınızı gidermeye güçleri yeter ne de bir başka tarafa çevirmeye”
Yani, onlarca ayet yok sayılarak, hiç alakası olmayan ayetlerle, öbür ayetler etkisiz hale getirilmek isteniyor. Tıpkı; Şeytanın, “Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın” karşılaştırması gibi! Şimdi, onlardan birtanesi de nedir, onları okuyalım;
Fatih Orum: Onlardan birtanesi de, Kehf Suresi 18:65. Ayeti. Ayetin metni şöyle;
Kehf Suresi 18:65. Ayet; “Fe vecedâ abdem min ıbâdinâ âteynâhu rahmetem min ındinâ ve allemnâhu mil ledunnâ ılmâ”
“Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, ona nezdimizden bir rahmet vermiş, yine ona tarafımızdan bir ilim (ledunni ilmi) öğretmiştik.” (Diyanet Vakfı Meali)
Şimdi şöyle bir soru yöneltilmiş; Bu Ayetten ve daha önce okuduğunuz Neml Suresi 27:40. Ayeti’nde geçen
“Kâlellezi ındehû ılmum minel kitâbi” (Neml Suresi 27:40)
“İfadesinden hareketle, benzer bir ilmin insanlara verildiğinden, Kur’an’ı Kerim’de bahsediliyor. Dolayısıyla, bu ilim Allah dostlarına, evliyaya verilemez mi? Verilmemiş midir? Şayet verilmemiş ise bunun delilleri nelerdir? diye soruyu yöneltmişler. Ancak, kendilerinin verildiğine dair delil olarak,”
A.Bayındır: Şimdi, “Verilmemiş ise delilleri nelerdir” diye bir soru sorulmaz. Çünkü bir şeyin, ispat demek, varlığını göstermek demektir. Yokluğu gösterilmez. Burada, mesela şu salonda diyelim ki gazeteciler yok; Haydi yokluğunu ispatlayın! Yok derim biter. Çünkü, “Yok” kelimesiyle, “İspat” kelimesi birbirinin zıddı. İspat, varlık demektir. Yok da yokluk demektir. İspat, iddia eden kişiye düşer. Yok dediğiniz zaman biter.
F.Orum: Kendilerinin kanaati, bunun olduğu yönünde olacak ki, şu şekilde deliller getirmişler. Mesela, Peygamberimiz şöyle buyurmaktadır;
“Benim ümmetimin içinde, muhaddes ve mükellemler vardır. Ömer b.Hattap bunlardan biridir.” (Buhari)
A.Bayındır: “Muhaddes, Mükellem, konuşturulan kimseler” anlamına geliyor. Hani derler ya; “Söyleyene bakma, söyletene bak”, onun gibi.
F.Orum: “Allahu Teala’nın bu ilmi, Hz. Ömer (r.a.)’e verdiğine dair şu olay rivayet edilir; Hz. Ömer (r.a.), binlerce Kilometre uzaklıktaki yenilmek üzere olan ordusunu ve ordudaki komutanı görüp, onlara; “Cebel, cebel” diyerek seslenip, uzaktan orduya yardım etmiştir.” (Meyhaki ve İbn Kesir)
Bir başka;
A.Bayındır: Burada bir kere, bakın dikkat ediyorsanız, burada söz konusu olan Allah’u Teala’nın Ayeti’dir. Ayeti Kerime’yi ortadan kaldırabilmek için, işte Muhaddes ve Mükellemler vardır. Şimdi bu, şu olabilir gayet normaldir; Mücadele Suresi’nin son ayetine bakarsak bunu siz hergün yaşarsınız. Bakın burada Allah’u Teala diyor ki;
Peygamberimiz (s.a.v.)’in Buhari’de geçen hadisini önce bir okuyalım, onunla ilişkili olarak şey yapalım. Tekrar okuyalım.
“Benim ümmetimin içinde, muhaddes ve mükellemler vardır. Ömer b.Hattap bunlardan biridir.” (Buhari)
A.Bayındır: Tamam, sadece o değil, kıyamete kadar da bunlar olacak demektir. Şimdi bakın, burada ne diyor Allah’u Teala;
Mucâdele Suresi 58:22. Ayet; “Lâ tecidu kavmey yu’minûne billâhi vel yevmil âhırı yuvâddûne men hâddellâhe ve rasûlehû ve lev kânû âbâehum ev ebnâehum ev ıhânehum ev aşiratehum, ulâike ketebe fi kulûbihimul imâne ve eyyedehum bi rûhım minh, ve yudhıluhum cennâtin tecri min tahtihel enhâru hâlidine fihâ, dadıyellâhu anhum ve radû anh, ulâike hızbullâh, elâ inne hızbellâhi humul muflihûn”
“Lâ tecidu kavmey yu’minûne billâhi vel yevmil âhır – Allah ve ahiret gününe inanan, bir topluluk bulamayacaksın ?”
“yuvâddûne men hâddellâhe ve rasûlehû – Allah’a ve Rasulune bir sınır çizen kişileri sevdiklerini bulmayacaksın”
Yani, birçok kimseler vardır. İşte bu Allah’ın sahası, bu Peygamberin sahası. Yani buraya din karışmaz, bu da bize kalmış olan bir sahadır. O tıpkı şeytanın yaptığı gibi, “sen bu işi karışma, sen şöyle yaptın” der gibi.
ve lev kânû âbâehum ev ebnâehum ev ıhânehum ev aşiratehum – Allah ve rasulune sınır çizenler (Yani Allah ve Rasulu şu şuralara karışmaz, şu işe karışmaz diyenler) isterse, babaları, oğulları, kardeşleri ya da soyları, soydaşları olsun hiç farketmez onları sevmezler”
Şimdi, Ömer (r.a.) bunlardan mı? Yani bizim edindiğimiz bilgilere göre, kendi en yakınlarını da Allah ve Rasulu için terkeden bir insan mı?
F.Orum: Öyle olmadığını biliyoruz.
A.Bayındır: Terkettiğini biliyoruz. Yani en yakınları için. Yani Allah ve Rasulu’na bir sınır çiziyor ise Hz. Ömer (r.a.), onların karşısında yer almıştır. Dolayısıyla bu Ayette anlatılan kişilerden birisi odur. Peki ne olacak? Bakın, diyor ki Allah’u Teala;
“ulâike ketebe fi kulûbihimul imâne – Allah onların kalplerine imanı yazmıştır.”
Demek ki, Allah ve Rasulu için, Allah ve Rasulu tarafında yer alıyor, karşı tarafta olanlara kesin bir tavır koyuyor. Allah da onların kalbine imanı yazıyor. Peki başka?
“ve eyyedehum bi rûhım minhu – Allah, kendisinden gelen bir ruh ile onlara kuvvetlendirir, destekler.”
Bu tür insanları, Allah kendisinden gelen bir ruh ile destekler. Bunu Hz. Ömer (r.a.) yaparsa da öyledir. Fatih Orum yaparsa da öyledir, işte siz yaparsanız, öbürleri yaparsa öyledir. Cenabı Hakk, kendisinden bir ruh ile destekler. Peki “Ruh” ne demek?
Ruh’un ne demek olduğunu, hemen en kolay Kur’an’ı Kerim’den öğrenelim. Isra Suresi’nin 85. Ayetine bakalım. Bu konuda meşhurdur o, insanın hemen ilk aklına gelen ayetlerdir. Burada diyor ki Allah’u Teala 289.sayfada;
Isrâ Suresi 17:85. Ayet; “Ve yes’elûneke anir rûh, kulir rûhu min emri rabbi ve mâ ûtitum minel ılmi illâ kalilâ”
“Ve yes’elûneke anir rûh – Sana o ruh’u soruyorlar,”
“kulir rûhu min emri rabbi – De ki; Ruh, Rabbimin emrindendir. Yani işlerindendir.”
“ve mâ ûtitum minel ılmi illâ kalilâ – Bu ilimden, size az birşey verilmiştir.”
Bu ilim nedir? İşte Ruh, Allah’ın ruh ile verdiği şey. Şimdi ne olduğunu biraz daha açıklıyor burada;
Isrâ Suresi 17:86. Ayet; “Ve lein şi’nâ le nezhebenne billezi evhaynâ ileyke summe lâ tecidu leke bihi aleynâ vekilâ”
“Ve lein şi’nâ – Eğer emir verseydik,”
“le nezhebenne billezi evhaynâ ileyk – sana yaptığımız vahyi yok eder giderirdik.”
O zaman buradaki “Ruh – Allah’ın Peygamberimiz (s.a.v.)’e yapmış olduğu vahiy”dir. Değil mi?
19.20dk.? “ve kezâlike… – Böylece bizim emrimizden bir ruh sana vahy ettik.”
Şimdi, Peygamberimiz (s.a.v.)’e Cenabı Hakk’ın yaptığı vahiy, Allah’ın emrinden bir ruh oluyor. Yani ruh oluyor. “Ruh, bir vahiydir”. Nedir? Bir bilgi aktarımıdır. İşte o, ruh oluyor. Topluma canlılık veriyor, insanlara canlılık veriyor, herşey oluyor. Kur’an’ı Kerim’in de adı oluyor ruhlardan bir tanesi bu bilgi.
Şimdi, birisine verilen bilgi, mesela Allah’u Teala, yine bir Ayeti Kerime’de ne diyor; Şimdi, bu Ruh’un bilgi olduğunu öğrendik mi? Asıl mesele o! Yani Ayeti Kerime’de “Allah tarafından gelen bir bilgi”. Şimdi bu bilgi, değişik şekillerde insanlara gelir. Diyor ki Allah’u Teala;
Şûra Suresi 42:51. Ayet; “Ve mâ kâne li beşerin ey yukellimehullâhu illâ vahyen ev miv verdâi hıcâbin ev yursile rasûlen fe yûhıye bi iznihi mâ yeşâ, innehu aliyyun hakim”
“Herhangi bir beşer ile Allah’ın konuşması söz konusu değildir.”
Ancak vahiy ile olursa başka.
20.43dk. ? “ve kezâlike hine ileyhi rûhan min emrine”
O ruhan min emrine, vahiy olmuş oluyor. Yani, Kur’an’ı Kerim bir vahiydir. Şimdi Allah’u Teala diyor ki;
“Allah kullarıyla üç şekilden biriyle konuşur; Bir vahiy, yani bir bilgi ona aktarımı yapar.
“ev miv verdâi hıcâbin – perde arkasından konuşur”
O da değişik şekillerde, mesela rüyada olabilir, başka şekillerde olabilir. Musa Aleyhisselam’a ağaçtan hitap etmesi şeklinde olabilir.
“ev yursile rasûlen – ya da bir elçi gönderir.”
“fe yûhıye bi iznihi mâ yeşâ – o zaman da kendi kararlaştırdığı şeyi, kendi izniyle o gelen elçi vahy eder.”
Bu elçi ikiye ayrılır, iki türlü elçi gelmiştir. Birisi, bize gelen elçi Muhammed Aleyhisselam’dır. O’na gelen vahiy de bize ulaşmıştır. Dolayısıyla, Allah’ın bu vahiyini biz, Allah’ın Elçisi vasıtasıyla aldık. İşte bu elçilik gereği gelen vahiy bu.
Bir de, Allah’ın Elçisine gelen bir elçi var. Yani Muhammed Aleyhisselam da beşer idi.
22.10dk. ? “Kul innemâ beşerin mislukûm” dedirtmiyor mu Cenabı Hakk?
“Ya Muhammed de ki; “Ben sizin gibi beşerden başkası değilim.”
Muhammed Aleyhisselam, bizim gibi beşerden başkası değil se, o da 3 şekilde alır o bilgiyi. Ya, içine Cenabı Hakk bilgiyi doğurur. Ya, bir perde arkasından ya da bir elçi göndererek. İşte Allah’ın Peygamberimiz (s.a.v.)’e gönderdiği elçi kim? Cebrail Aleyhisselam! Onun için, Hâkka ve Tekvir Surelerinde Cenabı Hakk buyuruyor ki;
Hâkka Suresi 69:40. Ayet; “İnnehû le kavlu rasûlin kerim”
Tekvir Suresi 81:19. Ayet; “İnnehû le kavlu rasûlin kerim”
“İnnehû – Bu Kur’an,”
“le kavlu rasûlin kerim – Kerim bir rasulun sözüdür.”
Dolayısıyla, Cebrail Aleyhisselam Peygamberimiz (s.a.v.)’e gelip, bir Allah’ın Rasulu olarak Ayetleri bildiriyor. Peygamberimiz (s.a.v.) de bize bildiriyor. Şimdi bu Kur’an’ı Kerim’in gelişi, “Rasûl kelimesi, gelen o sözün, başkası tarafından iletilmek üzere alınması demektir.” Yani bu 3 tür bilgiden bir tanesi, sadece Rasulluk bilgisidir. Yani Allah bir elçi gönderiyor Muhammed Aleyhisselam’a, O Elçi Cebrail Aleyhisselam bu Kitabı ona indiriyor, O da bize tebliğ ediyor Rasulluk görevi gereği. Biz de almış oluyoruz. Ondan birinci ve ikincisi Rasulluk görevi gereği değil, Allah’ın bir insanın içine doğurduğu bilgi. Şimdi o bilgiyi, kime doğururmuş? Mücadele Suresi’nde, şimdi o ruh meselesi anlaşıldıysa, kime doğururmuş, ne diyor Cenabı Hakk, tekrar okuyalım;
Mucâdele Suresi 58:22. Ayet; “Lâ tecidu kavmey yu’minûne billâhi vel yevmil âhırı yuvâddûne men hâddellâhe ve rasûlehû ve lev kânû âbâehum ev ebnâehum ev ıhânehum ev aşiratehum, ulâike ketebe fi kulûbihimul imâne ve eyyedehum bi rûhım minh, ve yudhıluhum cennâtin tecri min tahtihel enhâru hâlidine fihâ, dadıyellâhu anhum ve radû anh, ulâike hızbullâh, elâ inne hızbellâhi humul muflihûn”
“Lâ tecidu kavmey yu’minûne billâhi vel yevmil âhır – Allah ve ahiret gününe inanmış bir kavim bulamazsın ki,”
“yuvâddûne men hâddellâhe ve rasûlehû – Allah ve Rasulune sınır çizmiş olanları sevgi göstersin onlara,”
“ve lev kânû âbâehum ev ebnâehum ev ıhânehum ev aşiratehum – isterse babaları, oğulları, kardeşleri ya da aşiretleri olsun,” Yani kendi halkı, soy bağı ile bağlı olduğu kişiler olsun.
“ulâike ketebe fi kulûbihimul imâne”
İşte bu tür insanlar, Allah tarafını herşeye rağmen tutan, bütün menfaatlerini bir kenara iten insanların kalbine Allah imanı yazar. Demek ki, mümin olmak kolay değildir. Mümin olmak demek, işte gerektiği zaman babaya, evlada, kardeşe ve bütün aşirete tavır koyabilmek demektir. İşte Allah bunların kalbine imanı yazar.
“ve eyyedehum bi rûhım minhu – ve kendinden bir ruh ile yani bir bilgi ile destekler.”
Ki biz buna ilham diyoruz. Vahiy ile karışmasın. Yoksa, ilham ile vahiy, kelime olarak farklı birşey değil. Bir başkasına iletilmek üzere alınan vahiydir Rasulluk. Başkasına iletilmek durumu yoktur öbürünün.
Peki, Allah’u Teala bir bilgiyle bu kişiyi desteklediyse, o da o bilgiyi söylerse, ki söyler. Dolayısıyla bu şeye ait olay değil. Mesela hepimize olabilir bu tavrı koyduğumuz zaman. Bakarsınız ki, Cenabı Hakk, sizin ufkunuzu açar, konuyu kavramanızı anlamanızı sağlar ve siz ordan devam eder gidersiniz.
İşte bu, onların bahsettikleriyle alakalı birşey değil. “İlmuledun”, Allah katından ilim. Tamam Allah katından ise, Kur’an’ı Kerim’de Allah katından olandır. Asıl Peygamberlik gereği, birbaşkasına anlatılması gereken Kur’an’dır. Yoksa, bizim içimize doğan, bizi ilgilendirir sadece. O kadar! Ama, “Git şunu filancaya anlat” sözü, sadece Allah’ın Elçilerine verilmiş olan emirdir.
Evet, öbürüne gelince; Şimdi burada “Evliya’nın yardımı” meselesi değil, herkesde sözkonusu. Ama evliyanın yardımı diye delil getirmiş olduğu şeyi bir daha okuyalım.
F.Orum: 26.42dk. ? ve İbni Kesir’de geçiyormuş olay,
Sn. Bayındır ve Y.Şenol konuşuyorlar ama anlaşılmıyor.
A.Bayındır: Ahmet Önkal’ın 45 sayfalık makalesi “İstem” dergisinde geçiyor. Sonuç olarak ne diyor?
Y.Şenol: Sonuç olarak, bu bir rüya. “Hz.Ömer (r.a.), rüyasında.. ?
“gerçektende orada öyle bir ses duyulduğunu söylüyorlar ama bunu Hz.Ömer’in sesi olarak duymamışlar. Orada öyle bir ses yankılanmış.”
A.Bayındır: İşte az önce şey yaptığımız, “Bunlar Allah yolunda mücadele ettikleri zaman, Cenabı Hakk onlara yardım eder.” Hatta ani baskınlarda, meleklerle yardım edeceğini Cenabı Hakk bildiriyor ayetlerde.
Y.Şenol: ? Bir pencere açılmış, savaş meydanını seyretti falan diye
A.Bayındır: Öyle bir olay yok.
Y.Şenol: “Rüyasını görmüş, öyle bir seslenmiş anında halkı toplamış” diyor.
27.52dk. katılımcının söyledikleri anlaşılmıyor.
Bir Katılımcı: Hocam
A.Bayındır: Bu rivayet, zayıf bir rivayet. Onda şüphe yok.
Bir Katılımcı: Şimdi hocam, Hz. Ömer (r.a.), kendi arkasını görememiş bir mecusi tarafından öldürülmüştür. Yani dağın arkasını nasıl görür? Ya da Uhud Savaşı’nda, Uhud Dağının arkasında müslümanlar öldürülürken, niye kimse göremedi? Hani, kesin olanı bırakıp, kesin olmayan zayıf rivayetlere karşı nasıl itikadımız..
A.Bayındır: Tamam ondan bahsedeceğiz. Şimdi burada, Hz. Ömer (r.a.) ile ilgili rivayetler ki, bunda az önceki okuduğumuz, İşte Cenabı Hakk “sizi ruh ile desteklemesi” tabi ki, Cenabı Hakk rüyamızda hepimize bir çok şeyleri gösterir ve o olur. Bu Hz. Ömer ile alakalı değil, bir de rüyada kesinlik olmaz. Rüya, size bir kanaat verir ama emin olamazsınız. İşte mesela; Yakup Aleyhisselam, Yusuf Aleyhisselam ile ilgili rüyayı görmesine rağmen, üzüntüden gözlerinin göremez hale geldiğini Kur’an’ı Kerim’den biliyoruz. Bu bilgi kesin olsaydı, böyle birşey olmazdı. Kendisine bir kanaat veriyor ama kesinlik yok.
F.Orum: İlham da öyle. Musa Aleyhisselam’ın annesine vahiy indikten sonra halen tedirginlik
A.Bayındır: İlhamda aynı şekildedir. Musa Aleyhisselam’ın annesine ilham gelmiş olmasına rağmen, çok ciddi manada tedirginlik yaşıyor. O tedirginliğinden sonra, kardeşini gönderiyor, arkasından zaten
“gözü aydın olsun, üzülmesin ona oğlunu iade ettik” diye Ayeti Kerime’de var.
Dolayısıyla şimdi kesin olan, kesin olmayana hiçbir zaman feda edilemez. Onun için Allah’u Teala Ayeti Kerime’de diyor ki;
“İnne zânna lâ yuğni minel hakkı şey’â – Zan, gerçekten herhangi bir şeyin yerine geçmez” (Yûnus Suresi 10:36)
Dolayısıyla bu bir zan ama gerçek olan Kur’an’ı Kerim’dir. Bizim için esas olan, Kur’an’ı Kerim’e uymaktır. Çünkü uymamız gereken, Allah’ın emrettiği budur, başka değil. Zaten onların hepsinin de anlamının ne olduğunu Kur’an’ı Kerim’de Cenabı Hakk bize bildiriyor.
Allah’u Teala buyuruyor ki;
Yûnus Suresi 10:35. Ayet; “Kul hel min şurakâikum mey yehdı ilel hakk, kulillâhu yedhi lil hakk, e fe mey yehdi ilel hakkı ehakku ey yuttebea emmel lâ heyiddi illâ ey yuhdâ, fe mâ lekum keyfe tahkumûn”
“Kul hel min şurakâikum – De ki; “Sizin ortaklarınız içerisinde”
“Eşreke kelimesi, Allah ile ortak özellikte gördükleri kişiler” demektir. Allah’a ait özellikler verdikleri kişiler ki bu zaten, Allah’a ait özellikler vermez ise, Allah ile insan arasına koyamaz. Bu sapıklığın, bütün yanlış inançların, ortak noktasıdır.
“Kul hel min şurakâikum – De ki; “Sizin ortaklarınız içerisinde var mı?”
“mey yehdı ilel hakk – hakkı, bu gerçeği gösteren var mı?”
“kulillâhu yedhi lil hakk – De ki; Allah’tır hakkı gösteren”
O zaman Allah’a ait olan şeylerle hareket edeceksiniz. Bu Kur’an’ı Kerim!
“e fe mey yehdi ilel hakkı ehakku ey yuttebea emmel lâ heyiddi – yani gerçeği gösterene uymak mı daha haklıdır yoksa gösteremeyene mi?”
“illâ ey yuhdâ – birisi yönlendirecek ki gerçeği bulsun.”
Bir var, kendisi doğruyu gösteriyor, bir de var ki bir başkasının yönlendirmesiyle doğruyu gösterecektir. Mesela Allah’u Teala, gerçeği gösteriyor ama Hz. Ömer (r.a.)’in gerçeği görmesi için Allah’ın ona göstermesi lazım. Neden siz, Allah’ın gösterdiğini bırakıyorsunuz da başkasına uyuyorsunuz.
“fe mâ lekum – size ne oluyor?”
“keyfe tahkumûn – nasıl karar veriyorsunuz?”
Yani, şurada açıkça Allah’ın Ayeti var iken, tutuyorsunuz doğru olup olmadığını belli olmayan, yüzdeyüz doğru olsa bile bunun değişik şekilleri var; işte rüyada görülmesi vardır. Evet orada olabilir, “Sariye, cebele cebele” diye ses de gelebilir. Bu da mümkündür. Çünkü Allah’u Teala, bu tür savaşlarda, mesela Bedir Savaşı’nda ve diğer savaşlarda meleklerle desteklediğini açıkça bildiriyor. Bunlar gayet normaldir yani meleklerle mesela, konuşmayı da biz biliyoruz. İbrahim Aleyhisselam meleklere yemek getiriyor, onun bir insan olduğunu
Bir Katılımcı: Ordu geri döndükten sonra,
33.10dk. katılımcı duyulmuyor.
A.Bayındır: Diyen yok tabi, “Senin sesini duyduk” diyen yok. Öyle bir şey sözkonusu. Ordan birisi de olabilir.
Bakın gerçek olan nedir? Ne diyor Allah’u Teala?
“Gerçeği göstereni bırakıp da ancak başkasının yönlendirmesiyle gerçeği bulacak olana uyuyorsunuz.”
Şimdi, bu olaya tam uyuyor mu bu? Ondan sonra ne diyor?
“fe mâ lekum – size ne oluyor?”
“keyfe tahkumûn – nasıl hüküm veriyorsunuz?”
Yûnus Suresi 10:36. Ayet; “Ve mâ yettebiu ekseruhum illâ zannâ, innez zanne lâ yuğni minel hakkı şey’â, innellâhe alimum bimâ yef’alûn”
“Ve mâ yettebiu ekseruhum illâ zannâ – onların çoğu zanna uyar.”
Mesela, herhangi birisi, buna (Ömer (r.a.) ile ilgili olana) kesin bilgi diyebilir mi? Kimse diyemez, hiçkimse söylemez. Ama Kur’an’ı Kerim’de olan, kesin bilgi değil midir? Onların çoğusu zanna uyar.
“innez zanne lâ yuğni minel hakkı şey’â – zan da gerçeğin yerine geçmez” Hiçbir şekilde gerçeğin yerine geçmez.
“innellâhe alimum bimâ yef’alûn – Allah, onların yaptıklarının ne olduğunu gayet iyi biliyor.”
İşte burada bütün mesele, Allah’ın ayetlerini bir şekilde devre dışı bırakmaktır. Ya ayet ayet ile çatıştıracaklar, ya ayeti birisinin sözüyle çatıştıracaklar, öylece devre dışı bırakacaklar.
Bir Katılımcı: Şimdi Hz. Ömer (r.a.) bu vaziyette seslenmiş olduğunu kabul etsek, bu o Ayetlere aykırı birşey değildir bence. Neden? Çünkü; Bir, dini bir hüküm içermiyor. İki, ondan öncesinde de dedik ki; Ruh, Allah’ın bir emridir, insanın kalbine ikram edebilir Cenabı Hakk bir doğru bilgi verebilir. Yani bunlarla düşündüğümüz zaman, bir de Fehmi dedi ki; “Arkasında öldüreni niye görmedi?”, o başka, o başka bence. Yani bu Ayet ile o durum birbiriyle çatışması sözkonusu değil. Çünkü, bir iman konusu değil ama biz, ondan sonraki zamanlarda amel edilecek bir konu da değil.
A.Bayındır: Oldu sağolun. Şimdi burdan, yani böyle bir şeye tabi olmayı Cenabı Hakk, zanna tabi olmayı ve bu tür insanları
35..50dk. katılımcı duyulmuyor.
A.Bayındır: Tabi burdan yola çıkarak kendi. Asıl mesele o zaten, kimsenin umurunda değil Hz. Ömer (r.a.) ya da şu bu! Asıl mesele; “İşte biz de bunu yaparız!” Yani o şey var ya;
“Ene hayru minh – Ben daha hayırlıyım!” meselesi var ya, şeytanı esas yoldan saptıran.
İşte, “Bizim şeyhlerimiz yücedir, bizim şeyhlerimiz büyüktür”. Yani, “Ben büyüğüm” dese kimse kabul etmeyeceği için öyle diyorlar aslında. Yani kendi büyüklüklerini anlatabilmek için bu bir ifade yöntemidir, başka bir şey değil. Ve bunu da asla unutmayalım, insanları saptıran kibirdir. Onun için Cenabı Hakk ne diyor?
Kasas Suresi 28:83. Ayet; “Tilked dârul âhiratu nec’aluhâ lillezine lâ yuridûne uluvven fil erdı ve lâ fesâdâ, vel âkıbetu lil muttekıyn”
“Tilked dârul âhiratu nec’aluhâ lillezine lâ yuridûne uluvven fil erdı ve lâ fesâdâ – İşte bu ahiret yurdu, onu yeryüzünde büyüklenme, yücelme arzusunda koşmayanlardır.”
Şimdi bunların hepsi, mutlaka bir yücelik peşinde koşuyorlar. Mutlaka bir üstünlük peşinde koşuyorlar. Şeytan da öyle yapmıştır. Yani “ene hayrum minh – ben daha hayırlıyım” diyerek. Ondan dolayı Cenabı Hakk, ona ne demiştir?
A’râf Suresi 7:13. Ayet; “Kâle fehbıt minhâ fe mâ yekûnu leke en tetekebbera fihâ fahruc inneke mines sâğırin”
“Burada büyüklenmeye hakkın yok, çık sen alçaklardansın”.
Bunların hepsinde de bir kibir var.
37.23 “? fi kulubihim kebrun – onların kalplerinde ulaşamıyacakları bir kibir vardır.”
Tabi o kibire ulaşabilmek için de tüm sistemi bozuyorlar. İşte Ayetleri, hadisleri şunu-bunu tüm sistemi bozuyor. Bu da bir fesat oluyor. Onun için Allah’u Teala diyor ki;
Kasas Suresi 28:83. Ayet; “Tilked dârul âhiratu nec’aluhâ lillezine lâ yuridûne uluvven fil erdı ve lâ fesâdâ, vel âkıbetu lil muttekıyn”
“Tilked dârul âhiratu – işte bu ahiret yurdu”
“nec’aluhâ lillezine lâ yuridûne uluvven fil erd – onları, yeryüzünde büyüklük peşinde koşmayanlar için oluştururuz,”
“ve lâ fesâdâ – fesat”
Çünkü sistemi bozmadan kendini büyük göstermenin imkanı yok. Onun için mesela, onlarca Ayeti Kerime’yi işlevsiz hale getirerek bir-iki kişiyi tanrılaştırma peşinde koşarlar.
F.Orum: Bir başka delil, bu ilmin insanlara da verildiğine dair; Hicr Suresi
A.Bayındır: İsterseniz bu “Hızır Olayını” bir işleyelim, onu da haftaya devam ederiz olur mu? Çünkü bunu, biraz fazlaca dillerine doluyorlar. Mesela şimdi, bizim “Tarikatçılığa Bakış” kitabımızda, Mahmut Efendi ile geçen bir diyaloğumuz vardır. Ben sadece özetleyim, buradan okumak vakit alır. Bu kitap zaten birçok kimsede var, okursunuz. Bana şöyle söylemişti ki, cüppeli Ahmet, Ahmet Ballıoğlu, Abdullah Usluosmanoğlu, öldürülen Bayram Ali Öztürk, Bayram Ali Karamustafaoğlu ve öldürülen Hızır Hoca o toplantıda varlardı. İşte bunların olduğu toplantıda, Mahmut Efendi bana dedi ki, kendi alnını göstererek;
Mahmut Efendi: Evliyaullah’ın alnı, mirakı ilahi – Allah’ın Aynası’dır. Orada, Allah görülür.
Yani alnına baktığın zaman, Allah’ı göreceksin! Cenabı Hakk, orada tecelli eder.
A.Bayındır: Delilin nedir?
Mahmut Efendi: Musa Aleyhisselam, Cenabı Hakk’a diyor ya;
“Rabbi erini enzur ileyk – Yarabbi, bana görün de sana bakayım” (A’râf Suresi 7:143) diyor. Allah’u Teala ne diyor?
“Len terâni – sen beni göremeyeceksin”
A.Bayındır: Allah’u Teala, “Göremeyeceksin” demiş.
Mahmut Efendi: “Felemmâ tecellâ ilel cebeli “ bu kadar daha devamı yok. “Allah, dağa tecelli etmedi mi? Dağa görünmedi mi?” dedi.
Peki şimdi, Allah’ın dağa görünmesi başka, dağda görünmesi başka değil mi? Şimdi, “Allah bana görünür” demiyor, “Benim alnımda görülür” diyor! Ve buna delil de; “Allah, dağa tecelli etmedi mi?” sözü! Şimdi, O, dağa görünüyor, dağda görünmüyor Allah! Haşa.
A.Bayındır: Allah, dağa göründü başka, dağda göründü başka! Yani bu nasıl? Hadi bunu değiştirelim de, “sana göründü” diyelim. Allah, dağa göründüğü zaman, dağ parça parça oldu. Musa Aleyhisselam orada baygın düştü.
Mahmut Efendi: Hah işte şeyh dağ gibi, mürid de Musa Aleyhisselam gibi.
(Bakın, aynı mantık; Süleyman Aleyhisselam ile o kişi. O kişi, şeyhi temsil ediyor; Süleyman Aleyhisselam, ondan yardım istiyor. Onların mantığına göre, Süleyman Aleyhisselam mürid olmuş oluyor. Burada da Mahmut Efendi şeyh, Musa Aleyhisselam da mürit konumunda oluyor.)
Mahmut Efendi: Şeyhler dağ gibi, Musa Aleyhisselam da mürit gibidir.”
A.Bayındır: Peki Allah dağa tecelli ettiği zaman, hadi dağda tecelliyi bıraktık yok, hani dağa tecelli ettiği zaman, dağ paramparça oldu, sen niye parçalanmadın? Hemen konuyu değiştirdi!
Şimdi burada böyle bir mantık var bunlarda. Kibiri görüyor musunuz? Yani tevazu kalıpları içerisinde bir kibir ve öyle bir noktaya çıkarıyor ki kendisini, Musa Aleyhisselam ancak onun müridi oluyor.
Evet tabi burada “İlmuledun” konusu da sözkonusu. Buna da delil getirdikleri şey var. Yine Mahmut Efendi ile aramızda geçen konuşma, diyor ki;
Mahmut Efendi: Manevi yolu iyi bilen ve salihleri o yola ulaştırabilen bir şeyh aramak, şeriatın emirlerindendir. Şeyhlerin sahip olduğu ilim, ilmi batın’dır. (Batın-gizli demektir) Bu herkese verilmemiştir. Allah ondan razı olsun, Ebu Hureyre şöyle demiştir; “Ben Rasullallah (s.a.v)’dan iki kap dolusu ilim aldım. Bunlardan birini size naklettim. Diğerini de nakletmiş olsaydım, boynumu vururdunuz.” İşte bizim ilmimiz bu ilimdir.”
A.Bayındır: Ebu Hureyre’nin nakletmediği bir ilmi, kimden aldınız? diye sordum kendisine. Kaynağı, dayanağı ve delilleri olmayan şey nasıl bir ilim olabiliyor?
Mahmut Efendi: Ebu Hureyre’den almıyoruz ki, doğrudan Allah’tan alıyoruz. Kehf Suresi’nde Hızır ile arkadaşlığı anlatılan Musa, olayların gerçek yüzünü göremediği için itiraz etmişti.”Hızır Aleyhisselam’ın ilmi, Ledunlü olduğu için işin içyüzüne vakıf oluyordu. Ayette; “Ona kendi katımızdan bir ilim verilmişti” buyurulmaktadır. İşte, ilmi batın, ilmi ledun bu ilimdir.
A.Bayındır: Hızır ile beraber olan Hz.Musa (a.s.), bu ilmi öğrenemediyse siz nasıl öğrendiniz. Bu ilmin de size öğretildiğinin delili nedir?
Mahmut Efendi: Delil; Ebu Hureyre’nin sözüdür.
Ondan sonra devam edip gidiyor. Mesela;
Übeyy b. Ka’b Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle dediğini rivayet ediyor; (Orada söylediğim, burada atlayarak okuyorum.) “Musâ aleyhisselâm İsrailoğullarına konuşmak üzere kalktı. Ona, “İnsanların en bilgilisi kimdir?” diye soruldu. O da “En bilgili benim.” dedi. Allah Teâlâ onu ayıpladı. Çünkü bütün ilmi ona vermemişti.
Bakın; 45.37dk. “Vemâ utiytime minel ilmi illâ kalila” Ayeti Kerime’sini hatırlayın.
Peygamber efendimize verilen Kur’an’ı Kerim, Cenabı Hakk’ın ilminin az bir kısmı oluyor değil mi? Mesela Allah, kendi bilgisiyle ilgili olarak ne diyor?
Kehf Suresi 18:109. Ayet; “Kul lev kânel bahru midâdel li kelimâti rabbi le nefidel bahru kable en tenfede kelimâtu rabbi ve lev ci’nâ bi mislihi mededâ”
“Kul lev kânel bahru midâdel li kelimâti rabbi – De ki; Eğer deniz, Rabbimin sözleri için mürekkep olsaydı,”
“le nefidel bahr – O deniz elbette biterdi.”
“kable en tenfede kelimâtu rabbi ve lev ci’nâ bi mislihi mededâ – Bir o kadar daha deniz getirseydik mürekkep olarak yine biterdi.”
Kur’an’ı Kerim’in tamamını yazmak için, fazla mürekkepe lüzum yok, bir avuç mürekkep yeter. Dolayısıyla;
“Vemâ utiytim minel illâ kalila” diyor. Ben bunun ilgili ayetlerini biraz sonra okuyacağım ama burayı bitirelim.
“Allah Teâlâ onu ayıpladı. Çünkü bütün ilmi ona vermemişti. Ona: “İki denizin kavuştuğu yerde kullarımdan biri var, o senden bilgilidir.“ diye vahyetti.
Musa dedi ki, “Rabbim! Onunla nasıl buluşabilirim?“ Allah Teâlâ dedi ki, “Sepete bir balık koy ve yanına al, balığı nerede kaybedersen o oradadır.“ (Ayet’te de var o.)
Ben şimdi, atlayarak okuyorum; Muhammed Aleyhisselam, burada şöyle diyor, Buhari’de geçiyor;
“Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki, “Musa‘ya Allah rahmet eylesin; çok isterdik ki, sabır göstersin de birlikte yapacakları daha çok şey bize anlatılsın.“
Şimdi Muhammed Aleyhisselam, sadece Kur’an’ı Kerim’de olanları biliyor. Orada onları anlatmış yani bu hadisde. 3 tane olay anlatıyor. “Biraz daha sabırlı olsaydı” diyor. “Allah rahmet eylesin, Musa biraz daha sabırlı olsaydı daha çok şey öğrenecektik.” diyor. O zaman, Peygamber efendimiz (s.a.v.), o ilmi ledunlüyü biliyor muymuş? Peygamberimizin de bilemediğini siz nerden bileceksiniz? Peki, şimdi ilmi ledün, ledün ne demek? “Ledün, Allah katından” demektir. Bu ledün kelimesi, o kadar çok yerde geçiyor ki!
Buradaki bu kula, ki biraz sonra şey yapacağız
“abdem min ıbâdinâ”, yani bu bir melektir. Bu şey değildir. Bu hadisde adı “Hızır” olarak geçiyor, o bir melektir. Allah’u Teala, meleklere de emrinden bir vahy verir. Yani, nasıl Peygamberlere verirse, meleklere de emrinden bir vahy verir. O ne demek? O, sanırım, Hicr suresinde olmalı.
O da onunla alakalı. Yani Kadir Gecesi, bütün meleklere görevler dağıtılıyor.
Kadr Suresi 97:1. Ayet; “İnnâ enzelnâhu fi leyletil kadr”
Duhân Suresi 44:3. Ayet; “İnnâ enzelnâhu fi leyletim mubâraketin inna kunnâ munzirin”
“Kur’an’ı Kerim bereketli bir gecede indirdik”
Duhân Suresi 44:4. Ayet; “Fihâ yufraku kullu emrin hakıym”
“O gece, karara bağlanmış her iş, taksim edilir.”
Kime? Meleklere taksim ediliyor.
Duhân Suresi 44:5. Ayet; “Emram min ındinâ, innâ kunnâ mursiliyn”
“Bizim katımızdan bir emir olmak üzere”
“Emram min ındinâ” “min ledunla ilmâ”. Meleklerden birisine diyor ki; “Sen, şunu şunu yapacaksın” İş taksimi yapılıyor, karara verilmiş olan ile karara bağlanmış olan,
“innâ kunnâ mursiliyn – biz bunları gönderiyoruz.”
İşte onun için, o Kadir Gecesi,
Kadr Suresi 97:4. Ayet; “Tenezzelul melâiketu ver rûhu fihâ bi izni rabbihim, min kulli emr”
Ruh, oradaki “rûhan minel”deki ruh’dur.
“Melekler, yanlarında o ruh ile yani, o bilgiyle ile birlikte inerler.”
Rablerinin izniyle inerler. Zaten o da “emren min indine” oluyor, iş bildiriyor.
Duhân Suresi 44:6. Ayet; “Rahmeten mir rabbik, innehû huves semiy’ul aliym”
“Rabbinden bir rahmet olmak üzere.”
Yani o kadir gecesinde Allah, işlerin taksimatını yapıyor, bütün meleklere görevlerini veriyor. O verilen görevler de “ruhân min emrihi” olarak, yani Cenabı Hakk’ın emirlerinden bir bölüm, onu o biliyor, öbürünü öbürü biliyor. “Mil ledunna ilmâ” o olmuş oluyor. Zaten o, Peygamber Efendimizin hadisi şerifinde de şey var.
Hızır diyor ki; “Benim bilgimi sen bilmezsin, seninkini de ben bilmem.” diyor. Son derece normal birşey. Yani, “Ben de bir ilim vardır ki, sen onu bilmezsin. Sende ki ilmi de ben bilmem.” diyor.
Buhari’de geçen hadis. Musa Aleyhisselam ile karşılaştıkları zaman, Peygamber Efendimizin konuşmaları. İşte bunlar hep ayetlerle hadisler arasında tam bir birlikteliği, yani konuyu iyi mi anlamışız, yanlış mı anlamışız bunu hadis ile tamamen ortaya koymuş oluyoruz.
“Musa Aleyhisselam, Hızır ile karşılaştığı zaman; “Ben Musa’yım” diyor. Hızır Aleyhisselam da “İsrailoğullarının Musa’sı mı? diye sordu. (Çünkü oraya Peygamber gönderildiğini biliyor). “Evet“ dedi ve ekledi: “Sana öğretilmiş olan olgunluktan bana da öğretmen için, “
?51.34dk. “limte guşra” var ya,
“Bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim?“ dedi. Hızır dedi ki, “Ya Musa, sen benimle birlikte olmaya dayanamazsın. Ben Allah‘ın bana öğrettiği bir ilmi biliyorum ki sen onu bilmezsin.“
Bilmediği de ortada zaten. Şimdi diyor ya; “Bilmediğin şeye nasıl dayanacaksın?
52.07dk. – Hakkında haberin yok yani. Haber kelimesi de, içyüzünü kavrayamadığın şeye nasıl sabredeceksin diyor.
“Sen de Allah‘ın sana öğrettiği bir ilmi bilirsin ki, ben onu bilmem.“
Şimdi bu bir insan olsa, karşısında bir Peygamber var. “Ben onu bilmem” meselesi, ona karşı bir büyüklük taslaması, “ihtiyacım yok” gibi bir anlama gelir ki, bu kafirliği gerektiren bir şeydir. Ama bakın burada hiç öyle bir şey yok. Çünkü, Musa Aleyhisselam, meleklere gönderilen bir Peygamber değil. Yani onun görevi başka, onun görevi başka.
“Musa dedi ki, inşallah benim sabırlı olduğumu göreceksin, sana hiçbir konuda karşı çıkmam.” Zaten Kur’an’ı Kerim’de olan birşeydir.
Evet şimdi burdan, bütün bunları şey yaptıktan sonra, esas bunu şunun için anlatmaya çalıştık.
“ve allemnâhu mil ledunnâ ılmâ – kendi katımızdan ona bir ilim vermiştik.” (Kehf Suresi 18:65)
İşte bu ilim, “ruhan min emrinâ” ifadesiyle aynıdır. Çünkü Peygamber efendimiz;
53.32 “Vemâ utiytime minel ilmi illâ kalila” dediği, yani Kur’an’ı Kerim’deki bilgi, Cenabı Hakk’ın bütün bilgisi yanında az birşeydir. Dolayısıyla bizim Peygamberimiz (s.a.v.) de, Musa (a.s.) da, sadece bununla sınırlı olarak bilir. Zaten Allah’u Teala,
“ve lâ yuhiytûne b şey’im min ılmihi illâ bi mâ şâ – insanlar, Allah’ın ilminden hiç birşeyi kuşatamazlar. Ancak Allah’u Teala’nın onlar için belirlediği, verilmesini emrettiği kısım hariç.” (Bakara Suresi 2:255)
Tam tamına uyuyor evet.
Kehf Suresi 18:66. Ayet; “Kâle lehû mûsâ hel ettebiuke alâ en tualimeni mimmâ ullimte ruşdâ”
“Ben şimdi sana öğretilmiş olan ruşd’den bana da öğretmen için.”
Nedir? Olayın bir dış görünüşü var, bir de içyüzü var. Bu ikisini kavradığınız zaman, olayla ilgili tam bir bilgi edinmiş olacaksınız. Yani şimdi mesela ben burdan, şu mikrofona baktığım zaman, sadece burdan gördüğüm kısmı görüyorum. Ama siz de, sizin gördüğünüz kısmı bana anlatırsanız her taraftan, ben konuyla ilgili tam bir bilgi sahibi olmuş olacağım, orada bilgim olgunlaşmış olacak. Musa Aleyhisselam da, bu olayın farkında. Yani, “Ben şu eşyanın hakikatini, yani bu olayların arka planlarını öğreniyim” diye geliyor oraya, ama o da diyor ki; “Bilmediğin, hakkında haberin olmadığı şeye sabredemezsin.”
Mesela ben, Hastanede kalmıştım bir refakatçi olarak. Doktor, hastayı tedavi etmeye geliyor ama hastanın ızdırabı çok, arkasından ne olacağını bilmediği için, doktora öyle bir karşı koyuyor öyle bir tepki veriyor ki, doktor hiç dinlemiyor onu, tedavisine devam ediyor. Sonra hasta iyileşiyor, arkasından bakıyorsunuz ki bir hafta sonra, bir tepsi baklava gönderilmiş doktora. Şimdi o doktor orada, hastanın tepkilerini önemseseydi ve tedavi yapmasaydı, iyi doktorluk yapmış olmazdı.
Şimdi burada da dikkat edin, ne yapıyor Hızır burada? Gidip bir gemiye biniyorlar. Olayı kendi gözünüzde canlandırın; Bir gemiye bindiniz, gemiyi deliyor. Gemi, dolu bir gemi. “Sen, geminin içerisindeki bu insanları batırmak mı istiyorsun?” diyor. Musa Aleyhisselam’dan başka itiraz eden yok orada. Bu şunu gösteriyor; Demek ki onu, Musa Aleyhisselam’dan başkası görmüyor. Çünkü o bir melek! Allah’u Teala, istediğine gösterir, istediğine göstermez. Ondan sonra, “Ben, sana sabredemeyeceğini söylememiş miydim?”
Sonra bir oğlan çocuğuna rastlıyorlar. Onu öldürüyor. E şimdi bir insan, onu öldürecek olsa, Musa Aleyhisselam öldürecek olsa, o köylüler bunun yakasına yapışırlar oradaki bulunan insanlar. Ama bunun öldürdüğünü Musa Aleyhisselam’dan başka gören olmadığı için, kimse ses çıkarmıyor. Yine itiraz edince, diyor ki; “Bak ben sana sabredemezsin demedim mi?” Musa Aleyhisselam da; “Bir daha sorarsam, benimle arkadaşlık etme. Çünkü artık özür dilemenin sonuna ulaştım.” Çünkü, birşey de bir kere özür dilersiniz, iki kere dilersiniz, üçüncü de ne olur? Artık bağlar kopar.
Bir Katılımcı: Allah’ın hakkı üçtür.
A.Bayındır: Öyle. Allah, insanların kalbine, içine, kainata o kanunu koymuş. O da diyor ki;
Kehf Suresi 18:76. Ayet; “Kâle in seeltuke an şey’im ba’dehâ fe lâ tusâhıbnı, kâd belağte mil ledunni uzrâ”
“Kâle in seeltuke an şey’im ba’dehâ fe lâ tusâhıbnı – Bundan sonra sana bir şey daha sorarsam, artık benimle arkadaşlık etme”.
“kâd belağte mil ledunni uzrâ – Çünkü benim açımdan, özrün son noktasına ulaştım. Artık sana söyleyeceğim bir söz yok.”
Üçüncüsünde bir şehre geliyorlar, halkından yiyecek istiyorlar, vermiyor halk. Yıkılmak üzere olan bir duvarı düzeltiyor ve diyor ki;
“İsteseydin sen bundan ücret alırdın.” (Kehf Suresi 18:77)
O zaman Hızır Aleyhisselam; “Bak, burada iş biter. Üçüncü de tekrar sordun. Bir değil, iki değil”. Ondan sonra başlıyor arka planı anlatmaya;” (Kehf Suresi 18:78)
“İşte o gemi, gemiden başka işi olmayan bir grup kişiye aitti, ileride de onu gasp eden bir melik vardı. Onu ayıplamak istedim ki, onu almasın. Kusurlu bir duruma getiriyim almasın.” (Kehf Suresi 18:79)
O zaman, iyilik mi yapmak istemiş, kötülük mü?” İyilik yapmış, halbu ki daha önce kötülük olarak. Ondan sonra, o çocuk da yaramaz bir çocuk. Annesi babası iyi insanlardı; “Rabbin onlara daha hayırlısını
Kehf Suresi 18:80. Ayet; “Ve emmel ğulâmu fekâne ebevâhu mu’mineyni fe haşinâ ey yurhikahumâ tuğyânev ve kufrâ”
“Anne babası mümin insanlardı. Nankörlüğe ve taşkınlığa yöneltecek diye korktuk anne-babasını. Onun için bunu böyle yaptık, istedik ki Rableri onlara daha hayırlısını versin.”
Cenabı Hakk ile irtibat halinde olmayan, Allah’tan emir almamış olan bir kişi bunu söyleyemez. Yani herhangi bir insanın söyleyebileceği bir söz değil bu.
Musa Aleyhisselam; “Tamam o zaman, o başka.” diyor.
Şimdi mesela, Peygamber Efendimizin hadisi şeriflerinde var, duvar ile ilgili biraz daha detay var. Gerçi o detayı siz, ayetler üzerinde düşündüğünüz zaman rahat anlarsınız ama ben bunu buradan okumak isterim. Çünkü bu daha iyi. (Tarikatçılığa Bakış, Abdulaziz Bayındır)
“Hızır eliyle duvara işaret etti ve onu doğrulttu.”
Bu bir insanın yapabileceği bir şey mi? Bu ancak filmlerde olabilir. Şimdi bir insanın, o duvarı doğrultması için yıkması lazım, temelden tekrar yapması lazım. Ama altında hazine var. O hazine çıkmadan nasıl doğrultacaksınız, yıktığınız zaman hazine çıkacak. İşte bu, işaret ile yapılan birşey. Dolayısıyla bir insanın yapabileceği bir şey değil. Bunların tamamı gösteriyor ki, bu şey, zaten en sonunda şunu söylüyor;
Kehf Suresi 18:82. Ayet; “Ve emmel cidâru fe kâne li ğulâmeyni yetimeyni fil medineti ve kâne tahtehû kenzul lehumâ ve kâne ebûhumâ sâlihâ, f erâde rabbuke ey yebluğâ eşuddehumâ ve yestahricâ kenzehumâ rahmetem mir rabbik, ve mâ fealtuhû an emri, zâlike te’vilu mâ lem testı aleyhi sabrâ”
“ve mâ fealtuhû an emri – bunları kendi isteğim olarak yapmadım ki, Allah böyle emretmişti.”
“zâlike te’vilu mâ lem testı’ aleyhi sabrâ – işte senin sabredemediğin şeylerin ana bağlantıları bunlardır.”
Yani arka plandaki durumları bunlardır. Dolayısıyla bütün bunlarda; Musa Aleyhisselam olayın bir başka tarafını biliyor, bir Peygamberdir. İşte insanların bilmiş oldukları bilgiler sınırlıdır.
1.01.42dk. “Ve mâ utiytum kâlila..” kelimesinde belirtildiği gibi.
Biz bu üç olaydan; olayların arka planında bilmediğimiz tarafların olduğunu da öğrenmiş oluyoruz. Dolayısıyla hep hayırlı olan, olandır.
? “El havfa..” ifadesindeki ona şey yapıyoruz. Cenabı Hakk’a tevekkül ediyoruz, neticeyi ona bırakıyoruz. Bizim gördüğümüz şey belki, onun için Allah’u Teala, Ayeti kerimesinde diyor;
1.02.06 dk. okunan ayeti maalesef bilemiyorum.
“- Size savaş farz kılındı. Size o zor gelir, yani hiç hoşunuza gitmez,”
– Belki birşey sizin hoşunuza gitmez ama o sizin hayrınıza olabilir,”
– Belki birşeyi siz seversiniz, istersiniz ama o sizin için şerlidir.”
– Allah bilir siz bilemezsiniz.”
Mesela siz o geminin sahiplerini düşünün. Geminin sahipleri, gemilerinin yaralanmış olması onları son derece rahatsız eder. Ama ilerisinde gemiyi kurtardıkları zaman; “Allah’a şükür kurtulduk.” derler.
1.02.54 Bir katılımcı konuşuyor ama başı duyulmuyor.
Bir Katılımcı: .. gemi sahipleri görmemiştir, yoksa kızarlar; “Sen ne yapıyorsun?”. Ama mesela, bu bir köye uğradıklarında,
“Ebe en yudayyifûhumâ” İkisini misafir etmekten, yani onları misafir etmediler. Sonra o düzelttiği duvara karşılık ücret de alabilirdin. Hani görünmüyorsa, insanlar ona nasıl ücret verecekler ki?
A.Bayındır: Şimdi bu gayet normal. Sen, duvarı doğrulttuğunu görünce. Biz İbrahim (a.s.) ve Lut (a.s.) olayında, melekleri hem İbrahim (a.s.) hem karısı görüyor, hem Lut (a.s.) hem onun kavmi görüyor. Bunun görebildiklerini de biliyoruz, görmediklerini de biliyoruz.
Bir Katılımcı: İnsanlar görmediklerinin farkındalar mı? “İnsanlar görüyor” öyle mi sanıyorlar?
A.Bayındır: O benim yorumum. “Görmedikleri” tamamen benim yorumum. Yanlış olabilir. Çünkü şundan dolayı, o yorumu yapıyorum. Yani orada, bir kere siz çocuğu öldüreceksiniz, ya da gemiyi deleceksiniz, orada ona insanlar ses çıkartmıyacak, sadece Musa (a.s.) itiraz edecek. Bu olacak şey değil. Ondan dolayı, bu tamamen benim yorumum.
Burada son soru şu kalıyor. “Siz bunlara neden melek diyorsunuz? Bu bir “Abd – Kul”dur.”
“Abden min ibâdinâ – Kullarımızdan bir kul”,
Melekler bir kul değil mi?
1.04.43 konuşmacı duyulmuyor.
A.Bayındır: “Biz de kuluz. Ona olan, bize de olur” deniyor. Halbuki melekler, Allah’ın kullarıdır. Cenabı Allah öyle diyor Enbiyâ Suresi’nde;
Bende 323. sayfa. Mesela Mekkeliler ne diyorlar?
Enbiyâ Suresi 21:26. Ayet; “Ve kâluttehazer rahmânu veleden subhâneh, bel ıbâdum mukramûn”
“Ve kâluttehazer rahmânu veleden subhâneh – “Allah çocuk edindi” diyorlar. Allah bundan uzaktır.”
“bel ubâdul mukramun – onlar ikram gören kullardır.”
Şimdi birileri diyebilir ki; “işte İsa (a.s.) ya da Uzeyr (a.s.) olabilir” diyebilir. Çünkü O’na da Allah’ın oğlu diyorlar. Ama Enbiyâ Suresi’nde Allah’u Teala şöyle buyuruyor;
Enbiyâ Suresi 21:27. Ayet; “Lâ yesbikûnehû bil kavli ve hum bi emrihi ya’melûn”
Gerçi bunun melek olduğuna kimsenin bir itirazı yok ama bunlar yapabilirler. Çünkü bunlar şey dinledikleri yok. Yani kendilerini öne çıkarmak için her ne lazım geliyorsa yapıyorlar.
“Lâ yesbikûnehû bil kavli – Sözkonusunda Allah’dan önce davranmazlar. Yani Allah ne derse onu yaparlar.”
“ve hum bi emrihi ya’melûn – onlar Allah’ın emriyle işlerini yaparlar.”
“Ruhân min emrihi” de onu gösteriyor.
Enbiyâ Suresi 21:28. Ayet; “Ya’lemu mâ beyne eydihim ve mâ halfehum ve lâ yeşfeûne illâ li menirtedâ ve hum min haşyetihi muşfikûn”
“Ya’lemu mâ beyne eydihim ve mâ halfehum – Allah onların önlerinde ve arkalarında olanı bilir.”
“ve lâ yeşfeûne illâ li menirtedâ – Allah’ın razı olduğundan başkasına şefaat etmezler. Yani dua etmezler.”
Zaten meleklerin bizim için dua ettiğine dair de Ayeti Kerime vardır.
Mu’min Suresi 40:7. Ayet; “Ellezine yahmilûnel arşe ve men havlehû yusebbihûne bi hamdi rabbihim ve yyu’minûne bihi ve yestağfirûne lillezine âmenû, rabbenâ vesı’te tulle şey’ir rahmetev ve ılmen fağfir lillezine tâbû vettebeû sebileke vekıhim azâbel cehiym”
“Ellezine yahmilûnel arşe – Arşı taşıyan”
“ve men havlehû – çevresindekilerini”
“Arşta olan melekler ve çevresinde olanlar” . O zaman bütün melekler girmiş oluyorlar.
“yusebbihûne bi hamdi rabbihim – Rablerinin hamdi sebebiyle tesbih ederler.” Yani Allah, herşeyi güzel yaptığı için Cenabı Hakk’a boyun eğerler.
“ve yyu’minûne bihi – Ona inanırlar,”
“ve yestağfirûne lillezine âmenû – müminler için istiğfarda bulunurlar.”
“rabbenâ vesı’te tulle şey’ir rahmetev ve ılme” Peki, kimin için affet diyorlar.
“fağfir lillezine tâbû – tevbe edenleri affeyle”
Peki, tevbe edenleri affedeceğini Cenabı Hakk söz vermiş mi? İşte ancak o!
“ve lâ yeşfeûne illâ li menirtedâ – Allah’ın razı olduğu” (Enbiyâ Suresi 21:28)
Allah da tevbe edenlerden razı olduğunu, ayetlerde affedeceğini bildiriyor.
“vettebeû sebileke – senin yoluna giren” Yani tevbe eden
“vekıhim azâbel cehiym – zaten bunlar hep Allah’ın ayetlerde söz verdiği şeylerdir.”
Dolayısıyla şimdi, “bel ıbâdul mukrâmun” ifadesi, meleklerin “abd” olduğunu gösteriyor. Çok sayıda ayet var.
Dolayısıyla, “abdem min ıbâdinâ”, yani bu “abd” kelimesi, insanlar için de melekler için de kullanılır. Zaten herşey, Cenabı Hakk’a boyun eğer, herşey Allah’ın abd’idir.
Bu konuda daha fazla şey yapmaya gerek yok zannedersem. Var mı öyle akla takılan şey Musa (a.s.) ve Hızır olayında? Burada ben size şunu da söyleyim; Mesela, bir Peygamber, Hızır (a.s.)’ın yaptığını asla yapamaz. Öyle bir şey asla mümkün değil. Niye yapamıyor?
Farzedinki, Musa (a.s.), Hızır’ın yapmış olduğunu yapmış olsun. Bir gemiyi deldi. Niye deldin? İşte ilerisinde birisi gaspedecekti onun için deldim. O zaman bütün İsrailoğulları için örnek olur. Siz gider yeni bir araba alırsınız, gelir tornavida ile vurur deler. Niye deldin? Çalacaklardı. Ya da lastiği keser. Niye kestin? Sen yola çıksaydın şöyle şöyle olaylar olacaktı, onun için kestim. Yada gelir adamı öldürür. Niye öldürdün? İşte şöyle şöyle olacaktı der, akşam hırsızlık yapacaktı, şunu öldürecekti. Böyle birşey asla olamaz. Çünkü o zaman, yeryüze fesada gider. Ama bu melektir, Cenabı Hakk ne emretti ise, onunla sınırlı olarak yapıyor ve o yaptığı şeyin arka planını da Cenabı Hakk ona bildirmiş. Böylece yapıyor.
Dolayısıyla, onlarla bizim aramızda çok büyük bir fark vardır. Onların görevleri ve görev sahaları farklıdır. Biz, çok az bir bilgiye sahip olduğumuzu zaten Allah’u Teala bize bildiriyor. O az bilgi, bize yeten bilgidir. Onun dışındakiler, bize lazım olmayan şeylerdir. İşte bu Tarikatçılar, o lazım olmayan şeylerin kendilerine bildirildiğini iddia eder. Ve tabi kendileriyle ilgili çok uçuk şeyler de iddia ederler. Yani kendilerini Tanrı yerine koyarlar.
Şimdi gelen sorulara bakalım.
SORU: Yusuf Ayger, Kahramanmaraş’dan soruyor; Elimde, “Hadislerle Tasavvuf” kitabı var. Yazarı, Şeyh Eşref Ali Tanevi. Kitapta “Ledunlu ilmi ve vehdi ilimle” ilgili bir hadis var. “Ebu Hureyre ve Ebu Hallad’dan; Bir kula dünyada zühd ve az konuşma ihsan edildiğini gördüğünüz zaman ona yaklaşın, çünkü ona hikmet verilmiştir.”
Bu hadisten çıkan netice; “Kitaplarda nakledilmeyen, gizli ilimlerin ispatıdır.” demiş.
CEVAP: Kullara hikmet verildiğine dair, Kur’an’ı Kerim’de ayetler var. “Hikmet, bir konuda doğru karar verebilme kabiliyeti, yeteneği elde etmek” demektir. Onu da Cenabı Hakk, kime vereceğini Ayeti Kerime’de açıkçı bildiriyor.
Bakara Suresi 2:269. Ayet; “Yu’til hikmete mey yeşâ, ve mey yu’tel hikmete fe kad ûtiye hayran kesirâ, ve mâ yezzekkeru illâ ulul elbâb”
“Yu’til hikmete mey yeşâ”
“yeşâ” kelimesi, “men yeşâ” kelimesinin faili, men’de olabilir, Allah’u Teala da olabilir. Her ikisine de uygun. “yeşâ, şey yapan demektir”. Şey, Allah’u Teala, “şey” yapmak için emir verir.
1.13.44dk. “izâ kada emran fe inneme yekun fe yekun” Yani Allah (c.c.), emir verdiği kişiye hikmeti verir. Ya da kişi faili men olursa; Gereken gayreti “saliha ve sayiha” yani gereken gayreti gösteren, dolayısıyla o daha uygun oluyor.
“Yu’til hikmete mey yeşâ – Allah, gerekli yardımı gösterene hikmeti verir.”
Yani siz bir konuda bilgiyi elde edebilmek için elinizden gelen bütün gayretleri gösterirseniz, Allah size, oradaki doğru bilgiye ulaşma yeteneğini verir. Bunun için müslüman olmaya gerek yok, doğru bilgiye ulaşabilirsiniz.
“ve mey yu’tel hikmete – kime de hikmet verilmişse (yani doğru bilgiye ulaşabilme kabiliyeti) verilmişse,”
“fe kad ûtiye hayran kesirâ – kendisine çok hayırlar verilmiştir.”
O hayrı iyiye de kullanır kötüye de. İyiye kullanır müslüman olursa olur, olmazsa cezasını çeker zaten ahirette.
Neyse bu “Hikmet verilme” işi, herkes için sözkonusu olabilir. Yeter ki gereken gayreti göstersin. Hikmet, doğru karar verebilme yeteneğidir. Yani bu “batın ilmi” falan, ne alakası var? Zaten olaylar hep sağa sola saptırma şeyleri oluyor maalesef.
SORU: Şener Nusret Er soruyor; Musa (a.s.), üçüncü kez itiraz ederken, Hızır (a.s.) ile arasındaki bağlantı kopmuştur. İnsanlar arasında, Allah böyle bir kural koymuş mudur? Peki, günah işleyip, tevbe eden kişinin durumu da böyle midir? Yani, yaptığının günah olduğunu bilip, tevbe etmesine rağmen tekrar tekrar nefsine yenik düşüp, aynı günahı işlemesi ve yine tevbe etmesi bağlantıyı koparır mı?
CEVAP: Şimdi bu, Cenabı Hakk, hiçbir şey ile bağlantılı değildir. Tevbeyi kabul edecek olan Allah’dır. Bu insanlardır. Şey değildir yani bizim birbirimize karşı ilişkilerimizdedir bu iş. Mesela, bir insan karısını birinci talâk ile boşar, evlilik devam edebilir tekrar. İkincisinde boşar, yine devam edebilir. Üçüncüsünden sonra ne olur? Biter! Bu insanlar arası ilişkidir. Ama Cenabı Hakk’a karşı olan şeyi de Allah’u Teala, ölüm gelip çatıncaya kadar tevbeyi kabul edeceğine dair bir kural koymuştur.
Nisâ Suresi 4:17. Ayet; “İnnemet tevbetu alellâhi lillezine ya’melûnes sûe bi cehâletin summe yetûbûne min karibin fe ulâike yetûbullâhu aleyhim, ve kânellâhu alimen hakimâ”
Cenabı Hakk’ın kabul etmeye söz verdiği tevbe şudur: Cehaletle bir kötülük yapıyor. Buradaki “cehalet” bilmeden değil, kendine engel olamıyor. Çünkü, bazı insanlar bir günaha alıştılar mı, tıpkı sigara tiryakiliği gibi, engel olamaz yapar. Ve ondan sonra, bir de kesin karar verdiğiniz zaman, Cenabı Hakk’a da yöneldiğiniz zaman kurtulursunuz. Sigara bırakmak da öyle. Kesin karar verir, Allah’dan yardım istediniz tamam. Yani zihninizde halledeceksiniz problemi.
“İnnemet tevbetu alellâhi lillezine ya’melûnes sûe bi cehâletin – Allah’ın kabuletme sözü verdiği tevbe şudur; Kendini tutamayarak suç işleyen”
“summe yetûbûne min karibin – ve fazla vakit geçirmeden tevbe edenlerdir.”
“fe ulâike yetûbullâhu aleyhim – Allah, onların tevbesini kabul eder,
“ve kânellâhu alimen hakimâ – Allah, alim ve hakimdir.”
Peki, “yakın zaman” ne demektir? Yolun yakınlığı nedir?
Nisâ Suresi 4:18. Ayet; “Ve yeysetit tevbetu lillezine ya’melûnes seyyiât, hattâ izâ hadara ehadehumul mevtu kâle inni tubtul âne ve ellezine yemûtûne ve hum kuffâr, ulâike a’tednâ lehum azâben elimâ”
“Ve yeysetit tevbetu lillezine ya’melûnes seyyiât – Kötülük yapıp duranların tevbesi, tevbe değildir.”
“hattâ izâ hadara ehadehumul mevt – ölüm gelip çatıncaya kadar”
Artık ölüm yüzde yüz, tevbe ediyorsun, bu olmaz. İşte, firavun orada tevbe etti. Artık herşeyin bittiğini anladı,
“Ben şimdi tevbe ettim” dedi. Allah’u Teala; “E lâ – şimdi mi?” Şimdiye kadar neredeydin?
“ve ellezine yemûtûne ve hum kuffâr – Kafir olanların tevbesi de tevbe değildir”
Çünkü, kafir olarak ölenlerin hepsi de;
Mü’minûn Suresi 23:99. Ayet; “Hattâ izâ câe ehadehumul mevtu kâle rabbirciûn”
“Ya Rabbi, bizi geriye çevir”
Mü’minûn Suresi 23:100. Ayet; “Lealli a’melu sâlihan fima teraktu kellâ, innehâ kelimetun huve kâiluhâ, ve miv verâihim berzehun ilâ yevmi yub’asûn”
“Terkettiğim dünyada belki iyi birşey yaparım diyecekler ama hayır bitti.”
Yani, kafir olarak ölmüş olanların tevbesi var, ama Allah onu kabul etmiyor, ölüm gelip çattığı zaman kabul etmiyor. O zaman “vakit geçirmeden” demek, bu noktaya gelmeden tevbe edenler demektir. Dolayısıyla kaç kere günaha girmiş olursa olsun, Allah’ın koyduğu kural budur.
SORU: Nizamettin Baraçkılıç soruyor; Hızır (a.s.)’ın duvarı düzeltmesinden sonra, Musa (a.s.); “Onlar sana birşey vermedikleri halde, neden bu duvarı düzelttin” demesi, Hızır’ın insansı görünmesine neden olabilir mi?
CEVAP: Olabilir tabi mümkündür. Yani Musa (a.s.), onu son ana kadar bir insan gibi değerlendirmiş olabilir. Tıpkı İbrahim (a.s.), gelen melekleri insan olarak değerlendirdi, yemek getirdi önlerine. İnsan olarak değerlendirmeseydi getirmezdi. Lut (a.s.), gelen melekleri insan olarak değerlendirdi, onları korumaya çalıştı. Çünkü, öbür halk da insan-erkek zannetti, onlarla afedersiniz ilişkiye girmek istedi. Lut (a.s.) son derece bunaldı. Melek olduklarını bilseydi, herhalde olmazdı. Bu da mümkün, olabilir tabi.
SORU: Mehmet Türkmen soruyor; En son gözlemlerinize göre, yatsı namazının giriş vakti, güneşin ufkun kaç derece altında olduğu zaman oluyor?
CEVAP: Peygamberimiz (s.a.v.)’in hadisi şeriflerinde; Yıldızlar ortaya çıktığı zamana kadar. Ama akşam namazı, hadisi şeriflere de baktığımız zaman, yatsı namazı vaktine kayabiliyor. Geçen günde baktım, yani yıldızların çıktığı vakte kayabiliyor. Zaten o arada çok kesinlik olmadığını da biz biliyoruz Ayeti Kerime’lerden. Tromso’da ufkun 8 derece altındayken yatsı olduğunu gözlemlemiştik.
SORU: Almanya’dan Salih İlgün soruyor; “Kerahet vakti”ni açıklayabilir misiniz? Hadislerde ve ayetlerde açıklaması var mı?
CEVAP: Şimdi Ayetlerle bir kere açıklamasını yapmıştık ama o ayeti bir daha bulamadık. İnşaallah bulursak, şimdi bunlar bizim videolarda falan vardır ama işte insanoğlu unutuyor. İnşaallah bir daha bulursak, onu yaparız. O şu anda aklımda yok.
SORU: İstanbul’dan İsmail Baş soruyor; Âl-i İmran Suresi 3:65. Ayet’te, Tevrat ve İncil’in İbrahim (a.s.)’dan sonra geldiği yazıyor. Daha evvel gelen Peygamberlere gelen kitaplara ne demeliyiz?
CEVAP: Kendisine kitap verilmemiş bir Nebi yok. Yani kaç bin tane Nebi gelmişse, hepsine kitap verildiğini, biz En’Âm Suresi 6:83. Ayeti ve önceki ayetlerden net olarak görüyoruz. Onların, özel bir ismi yok ama İbrahim (a.s.)’ın Kitabı mesela,
“Suhufi ibrahime ve musa – İbrahim’in ve Musa’nın kitapları” (A’lâ Suresi 87:19)
Zaten, Musa (a.s.)’a Tevrat indi diye bir Ayet te yok. “Musa (a.s.)’a kitap verildi” var. “Tevrat, İsrailoğulları Peygamberlerine verilen kitapların birleştirildiği bir kitap”tır. Onun için Tevrat’ı açtığınız zaman, orada Süleyman (a.s.)’a inen ayetlerde vardır, Davut (a.s.)’a inenler de vardır, diğerlerini de bulursunuz. Sadece İsa (a.s.)’a İncil’in verildiği bildiriliyor ve Kur’an’ı Kerim de Peygamberimiz (s.a.v.)’e verildiği bildiriliyor. Bir de Davut (a.s.)’a Zebur var ama Zebur da bugün Tevrat’ın içinde bir parça ama onun özel bir ismi var. Üç tane Peygambere verilen kitapların özel isimleri var, diğerlerini bilmiyoruz.
SORU: Alay Afiye soruyor; Kur’an’ı Kerim’den bazı meleklerin ismini biliyoruz. Hızır da meleğin ismi midir?
CEVAP: Yani Kur’an’ı Kerim’de Hızır ifadesi geçmiyor. Peygamberimiz (s.a.v.)’in hadislerinde geçiyor. Yani olur, o da melek ismi olarak gözüküyor.
SORU: Mehmet Türkmen soruyor; Günümüz dünyasında birbirimize “Kul hakkı geçmemesi” diye bir söz, diye birşey sözkonusu olmadığı için, ahirette “husnâ” sözü verilip doğrudan cennete gidecekler için, kul hakkı hesabı nasıl olacak?
CEVAP: Ahirette kendisine husnâ sözü verilmiş olanlara bir bakalım.
Necm Suresi 53:31. Ayet; “Ve lillâhi mâ fis semâvâti ve mâ fil erdı li yecziyellezine esâû bimâ amilû ve yecziyellezine ahsenû bil husnâ.”
“Ve lillâhi mâ fis semâvâti ve mâ fil erd – Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır.”
“li yecziyellezine esâû bimâ amilû – yanlış yapanların yaptıklarının karşılığında cezasını görmeleri”
“ve yecziyellezine ahsenû – iyi davrananların da”
“bil husnâ – daha güzel bir karşılık bulmaları içindir.”
İyi davrananlar kimdir?
Necm Suresi 53:32. Ayet; “Ellezine yectenibûne kebâiral ismi vel fevâhışe illel lemem, inne rabbeke vâsiul mağfirah, huve a’lemu bi kum iz enşeekum minel erdı ve iz entum ecinnetun fi butûni ummehâtikum, fe lâ tuzekkû enfusekum, huve a’lemu bi menittekâ”
“Ellezine yectenibûne kebâiral ismi vel fevâhış – Günahın büyüklerinden ve fuhuştan kaçınanlardır.”
“illel lemem – lemem başka”
Yani, bu büyük günahların dışındakileri yapmış olanlar, husnâ’yı haketmeyenlerden sayılmazlar. Peki, mesela “Ribâ” kul hakkı değil mi? Allah’u Teala;
“Kim ribâ yerse, ölümsüz olarak cehennemde kalacak olanlardan olur.” (Bakara Suresi 2:275)
Adam öldürme, zina (tecavüz meselesi olduğu zaman ayrı), bunların hepsi husna’yı engelleyen şeyler. Hırsızlık, mal yeme de öyle.
“Mallarınızı haksız sebeplerle yemeyin. Karşılıklı rızayla olursa başka.”
Nisâ Suresi 4:29. Ayet; “Yâ eyyuhellezine âmenû lâ te’kulû emvâlekum beynekum bil bâtıli illâ en tekûne ticâraten an terâdım minkum ve lâ taktulû enfusekûm, innellâhe kâne bikum rahıymâ”
“Mallarınızı, aranızda haksızlıkla yemeyin. Karşılıklı rızayla olursa yiyebilirsiniz. Kendi kendinizi öldürmeyin.”
Kendi kendinizi öldürmeyin. Bir başkasını öldürmek değil, kendini öldürmek. Yani ne yapmaktır? Bu iktisadı yok etmektir, krizdir, şudur-budur, haksızlıklar ona sebep oluyor.
“innellâhe kâne bikum rahıymâ “
Nisâ Suresi 4:30. Ayet; “Ve mey yef’al zâlike udvânev ve zulmen fe sevfe nuslihi nârâ, ve kâne zâlike alellâhi yesirâ”
“Ve mey yef’al zâlike udvânev ve zulmen – Kim bunu düşmanca ve başkasına haksızlık yapmak için yaparsa,”
İşte başkasının hakkını yemektir.
“fe sevfe nuslihi nârâ – onu ateşe sokacağız.”
“ve kâne zâlike alellâhi yesirâ”
Nisâ Suresi 4:31. Ayet; “İn tectenibû kebâira mâ tunhevne anhu nukeffir ankum seyyiâtikum ve nudhılkum mudhalen kerimâ”
“İn tectenibû kebâira mâ tunhevne – Yasaklandıklarınızın büyüklerinden kaçınırsanız (ki, yukardakilerin büyüklerden olduğu belli)
Dolayısıyla, kul hakkı yemekle ilgili Ayeti Kerimeler var.
1.26.40 katılımcının sözleri duyulmuyor.
A.Bayındır: Çekinmene gerek kalmadı değil mi?
Demek ki Mehmet Bey, kul hakkının büyük bir günahlardan olduğunu, Ayeti Kerimeler bize bildiriyormuş.
Dersimizin sonuna geldik. Kısaca bir özet yapacak olursak;
“Keramet”, Cenabı Hakk diyor;
Isrâ Suresi 17:70. Ayet; “Ve le kad kerramnâ beni âdeme ve hamelnâhum fil berri vel bahri ve razaknâhum minet tayyibâti ve faddalnâhum alâ kesirim mimmen halaknâ tefdıylâ”
“Ve le kad kerramnâ beni âdem – Ademoğullarını kerametli kıldık” diyor. Bu Cenabı Hakk’ın sözü.
“ve hamelnâhum fil berri vel bahri – denizde ve karada onları taşıtarak böyle yaptık.”
Yani ne oluyor? Hayvan giderken, yürüyerek gidiyor, sen onun sırtına binerek gidiyorsun. İşte bu Cenabı Hakk’ın bir ikramıdır. Denizde gemide gidiyorsun ki, keramettir. Uçakta gidiyorsun, işte keramet budur. Bunu Allah’u Teala böyle söylüyor. Bu herkes de var. Daha fazla ikramlar olmaz mı? Elbette olur. Onu da zaten okuduk Mücadele Suresi’nin son ayeti olarak.
Mucâdele Suresi 58:22. Ayet; “Lâ tecidu kavmey yu’minûne billâhi vel yevmil âhırı yuvâddûne men hâddellâhe ve rasûlehû ve lev kânû âbâehum ev ebnâehum ev ıhânehum ev aşiratehum, ulâike ketebe fi kulûbihimul imâne ve eyyedehum bi rûhım minh, ve yudhıluhum cennâtin tecri min tahtihel enhâru hâlidine fihâ, dadıyellâhu anhum ve radû anh, ulâike hızbullâh, elâ inne hızbellâhi humul muflihûn”
Cenabı Hakk, elbette daha fazlasını da verir. Onu da ayetlerden biliyoruz. Ama bu keramet, Cenabı Hakk’ın (şeydeki manada keramet. Ayetteki manada keramet değil) özel ikramları, yani herkese olan ikramlarının dışında olan ikramlar, ne zaman nasıl geleceğini insanlar bilemez. O da olur. Şimdi sizde, hayatınızda görürsünüz. Diyelim, yarın bir borcunuz vardır, ödemeniz gerekiyordur. Ödemediğiniz takdirde başınıza gelecek büyük olaylar vardır. Gece sabaha kadar uyuyamazsınız. Sabahleyin kahvaltı yapamazsınız, büyük bir sıkıntı. Bir de bakarsınız, hiç beklemediğiniz bir yerden para gelir ve ödersiniz. İşte bu da bir ikramdır. Bunun gibi çok şeylerle karşı karşıya kalırsınız. Ama önceden bunu bilemediğiniz içindir geceyi uykusuz geçirdiniz. Ondan sonra dersiniz; “Ben boşu boşuna şey yapmışım.”
İşte, bu Hızır olayında, yani olayların arka planında başka şeyler olduğunu bilirseniz, o zaman siz elinizden geleni yaparsınız, gerisini Cenabı Hakk’a bırakırsınız ve gece rahat rahat uyursunuz. Dersiniz ki, “Ben ne yapıyım? Yapabileceğimi yaptım”. Eğer suçunuz varsı tevbe edersiniz, bir daha yapmamaya karar verir, gerisini Allah’a bırakırsınız. Bu da Cenabı Hakk’ın bir başka ikramı olur.
Dolayısıyla, buna, ne Hızır olayı delil getirilebilir, ne Süleyman (a.s.) olayı delil getirilebilir! Süleyman (a.s.) olayı, çok büyük bir ilimden haber vermektedir. O da müslümanların, boynuna boş durmayıp o konuda çalışmaları lazım. Onunla ilgili detaylı bilgi edinmek isteyenler, şimdi sitemizde yayınlanmakta olan, önceki haftanın dersine bakabilirler.
Teşekkür ediyoruz.